Yeni konjonktüre odaklanmak

“Saldırgan dış politika, otoriter iç yapılanma ve emeğin baskılanması aslında Türkiye’yi devrimci siyaset açısından bir tür “Leninist moment” içerisine sokmaktadır. Leninist momenti, emeğin sınıfsal hak taleplerinin, barış ve demokrasi talepleri ile iç içe geçerek siyasallaşmasının ve bu minvalde siyasal bir emek hareketinin yaratılmasının olanak ve potansiyellerinin belirdiği bir konjonktür olarak tarif ediyoruz. Dönem farklı, işçi sınıfının sınıf olma özelliklerini belirleyen yapısal durum çok farklı vs. Bunları unutmadan, ama içinde bulunduğumuz dünya-tarihsel konjonktürde emperyalist müdahalelerin ve otoriterleşmenin ağırlık kazandığı, Türkiye’de de bunun özgün bir halinin vücut bulduğu analizinden hareketle, anti-otoriterizmi, demokrasi ve barış talebini orta sınıfların lügatçesinden kurtarmak ve inşa edilecek bir emek hareketinin mayasına katmak sosyalistlerin önündeki en belirleyici görev olarak duruyor.”

Gezi direnişinden on beş gün önce yazılan “Yeni Bir Konjonktüre Doğru” (http://antikapitalisteylem.org/makaledetay.php?&id=535 ) yazısında kullanılan “en belirleyici görev” ifadesini biraz daha açalım

Evet, siyasal bir emek hareketinin yaratılmasının olanak ve potansiyellerinin belirdiği bir konjonktürün içerisindeyiz. Önümüzdeki dönem sadece egemenler arasındaki iktidar çatışmasının-paylaşımının belirlediği bir süreç olarak yaşanmayacak. Anayasa yazımı sürecindeki tıkanıklığın nedeni sadece egemenlerin kendi anlaşmazlıkları değil. Egemenler, 2008 krizinden sonra yavaş yavaş kendini hissettiren işçilerin itirazlarının, artık tekillikten çıkıp çoğul bir etkinlik alanı bulabileceğini, siyasal bir işçi hareketinin de oyunbozan olarak sahne alabileceğini görüyor. Bundan önce neredeyse sadece Kürtlerin talepleri egemenler üzerinde bir basınç yaratıyordu. Kürt taleplerinin yanına emeğin taleplerinin yerleşmesi gerilimi artıran temel bir unsurdur. Konfederasyonların kıdem tazminatı “reformunu” kırmızıçizgi ilan etmeleri “el mecbur” bir durumdur. Zira ya böyle yapacak ya da gideceklerdir. Aşağıdaki homurtu giderek herkese hiza veren ana etmene dönüşüyor. Kıdem tazminatının gasp edilmesine dönük hükümetin atmaya çalıştığı adımı gündemden geçici olarak çekmesi, -DİSK’i kısmen ayırarak söylersek- konfederasyonların başarısı değildir, aşağıdaki güçlü homurtunun hissediliyor olmasındandır.

18 Kasım 1986’da başlayan Netaş grevi, grev ve örgütlenme hakkı, ekonomik ve sosyal koşulların iyileştirilmesi talepleriyle 93 gün sürmüş ve kazanımla sonuçlanmıştı. Bu kazanım sermayenin cuntayla birlikte emekçiler üzerinde kurduğu baskı ortamının yarattığı umutsuzluğu yıkmış, surda ilk gediği açmış ve 89 İşçi Baharı’nın işaret fişeği olmuştu.

Netaş grevinden tam 23 yıl bir ay sonra 15 Aralık 2009’da, TEKEL işçileri; Ankara’da sermaye iktidarının karargâhlarına üç yüz metre uzakta, aradan geçen 23 yılın binlerce, küçük küçük ve yenilgiyle sonuçlanan işçi direnişlerinin de yükünü taşıyarak, 24 Ocak 1980 neoliberal yapısal dönüşüm politikalarının başlangıcından bugüne değişik kalibrasyonlarda yürütülen otoriter pratiklerin karşısına bütün ihtişamlarıyla çıktılar. Bu karşı çıkış iktidara, sendikalarına rağmen sınırlı geri adımlar da attırdı. Ardından 31 Mayıs 2013’de başlayan Gezi İsyanı milyonların özgürlük için sokakları geri aldığı bir eylem olarak kaydedildi. Neoliberal muhafazakâr hegemonyanın sarsılabilir ve dağıtılabilir olduğuna dair inancı herkese taşıdı. Devrimci siyasetin toplumsal bir harekete dönüşebilmesi için böylesi umutlu ve iyimser bir ruh halinin tüm topluma egemen olmasını gerekir.

89 İşçi Baharı grevler, direnişler, büyük yürüyüşlerle kendini ifade etmişti. Özal diktatörlüğünün amansız özelleştirme politikalarının ana dinamiği olduğu neoliberal programı işlemez kılmıştı. Hemen öncesindeki yerel seçimlerde Özal’ı büyük bir hezimete uğratmış olanlar devamında kendi büyük kortejlerini kurabilmişlerdi. Sermaye birikim ve bölüşüm politikalarını gerileten yüzde yüzün üzerinde zamlarla bağıtlanan toplu sözleşme örnekleri, cuntandan beri ilk kez görülebilmişti. Sendikal bürokrasiye karşı da güçlü itirazlar sergileyen işçiler, Marttan Mayısa kadar direnirken, iş yeri komiteleri ve meclislerini de fiili meşru militan mücadele üzerinden yaşama geçirdiler. Bu hareketle ivmelenen kamu emekçilerinin sendikalaşma mücadelesi kendi taleplerini söke söke yasalaştırdıkları uzun bir canlılık dönemine girecekti. İşçilerin havayı döndürürken, dünyadaki reel sosyalizm uygulamaları aynı süreçte çözülmeye başlamıştı. Körfez Savaşı bahane edilerek getirilen grev yasakları bu dönemin kapanışını tarihledi. Kapitalizmin rakipsizliği ideolojisinin güçlü hegemonyasının altında neoliberal sömürü politikaları otoriter pratikler eşliğinde ciddi herhangi bir muhalefetle, itirazla karşılaşmadan yürütüldü.

2000’li yılların başına gelindiğinde, hem kriz sonrasında küresel kapitalizme eklemlenme sürecinin revizyonunu üstlenecek hem de özelleştirme ve taşeronlaştırma siyasetini derinleştirecek yeni bir siyasal aktöre ihtiyaç vardı. Zira eski siyasi aktörler, bir önceki baskı döneminin kaba figürleri olarak emperyal ilişkinin yeni dönem ihtiyaçları açısından halk nezdinde oldukça yıpranmış durumdaydılar. Neoliberal politikalarla dini muhafazakâr söylemi başarılı bir şekilde kaynaştırmış olan AKP siyasetinin önü, önemli sayıda belediyede biriktirdikleri deneyimin de desteğiyle, bu süreçte böylelikle açılmış oldu. Emekçi zeminlerinde birikmiş olan huzursuzluk ve Kürt Direnişinin eski aktörlerce başvurulan faşist politikalarla kırılamamış olması bu ön açma sürecini pekiştirdi. Güçlü bir ideolojik rakibin söz konusu olmadığı şartlarda, “sosyal alanın piyasalaştırılması” politikalarına emekçilerin ikna olmasını kolaylaştıracak olan “rıza mekanizmasının ideolojikleştirilmesi” sürecine girildi.

Bu dönem boyunca (2002-2009) “yeni sosyal politikanın başarılı bir şekilde” uygulaması aslında zaten örgütsüzleştirilmiş, yönsüzleştirilmiş emekçi tepki ve muhalefetini sınırlı ve cılız bir duruşa mahkûm etti. Fakat rıza üretimin ideolojikleştirilmiş, seyreltilmiş pratikleri 2008 krizinin akabinde eski ikna ediciliklerini yitirmeye başladı ve yeni iktidar mekanizmaları da tüm dünyayla birlikte sorgulanmaya başladı. Tekel direnişinin meydan-sokak zapt etme pratiği Gezi’de geliştirildi. Tıpkı Netaş Grevi’nin dört yıl sonrasında milyonlarca insanın o eylemi aylarca süren grevler ve direnişlerle geliştirdiği gibi. Sınıflar mücadelesi bu şakası yok, tarih yapıyor.

2008 krizinin ardından taşeronlaştırma, esnekleştirme ve özeleştirme siyasetlerine karşı parçalı, yerel itirazlar yükselmeye başladı. Tıpkı 89-90’da olduğu gibi sendikal bürokrasiler de sorgulanıyordu. Lenin’in devrimci durum için söylediğini pekâlâ sendikal bürokrasinin bundan sonraki süreci için de söylemek mümkün: “Muhakkaktır ki sömürenlere eski tarzda yaşama ve yönetme şansının verilmemesi gerekir”. Kriz sonrasında gelişen taşeronlaştırma ve güvencesizleştirmeye karşı yeni sendikal mücadelelerin küçük de olsa artık ciddi bir birikimi temsil etmeye başladıkları söylenebilir. Dev Sağlık İş, Enerji-Sen, Umutsen, Batis, Güvenlik-Sen, DGD-Sen gibi sendikalar, inşaat, iletişim ve giyim işkollarındaki yeni sendika kuruluş girişimleri, beyaz yakalıların ilk dönem örgütlenmelerinin deneyimleri üzerinden eksikliklerini değerlendirerek giriştikleri yeni örgütlenmelerle sınıfın bu döneminin temsiline aday pratikler ve söylemler geliştirmeye başladılar. Tekel direnişi sonrası hem örgütlenmeye yönelik bir isteğin güçlü bir şekilde gelişmeye başladığını gördük, hem de yeni örgütlenme anlayışlarının somut mücadele zeminlerinde sınanmaya başladığı bir süreci yaşamaya başladık.

89-90 İşçi Baharının geliştirdiği fiili meşru militan mücadele tarzı ve iş yerlerine dayalı örgütlenme anlayışı, eski ve o süreçte gelişen DİSK, KESK gibi yeni bürokrasiler içerisinde maalesef tüketilmişti. Tekel Direnişinin müjdelediği sokakları, meydanları, parkları geri alma çizgisi Gezi Direnişiyle geliştirildi. Sınıfın değişik katmanları arasındaki kaynaşmanın sağlanması önümüzdeki dönem mücadelelerin doğrudan sonuçlarından biri olacağa benziyor. Ancak bu sürecin kendiliğinden tarzının da sınırları var. Birleşik bir emek hareketinin sübjektif koşullarını da hızlıca objektif gelişmelerle uyumlu hale getirmek gerekiyor. Önümüzdeki dönem, proletaryanın yeni katmanlarını oluşturacak olanlar, önlerine her daim yeniden ısıtılıp konulan ve seçimlerle yedirilmeye çalışılan temsili demokrasi yalanlarının figüranları olmamalı, sokakların, meydanların, iş yerlerinin, parkların, özgürlük, eşitlik taleplerini içeren şarkılarla zapt edilmesi siyasetinde rol oynamalıdır.

Yatağan’da özelleştirmeye direnen işçiler, Zonguldak’ta etrafları çitlenmek istenince iş yerlerini işgal edip çıkmayan maden işçileri, üretenlerin yöneten olabileceği örneğini gösteren Kazova işçileri, enerji ve sağlık alanındaki canlı direnişler, iş yerlerini kuşatarak direnen Punto Deri işçileri ve DİSK’in önderlik ettiği direnişçi kampanyasının gördüğü canlı ilgi, hepsi aynı sözü güçlendiriyorlar; “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!