Ortaya konuşma yıllarının sonu ve devrimci siyaset

Türkiye sermayesinin 1999 krizi sonrası küresel kapitalizme eklemlenmesinin en iyi politik taşıyıcısı olduğu için vazgeçilmez bir hükümet aktörüymüş gibi görünen AKP’nin iktidarı sarsılıyor. Küresel sermayeye entegre olmuş sermaye kesimleri ABD yönlendiriciliğindeki hakim emperyal ilişkinin doğal ve zorunlu bir uzantısı olarak davranırken, AKP hükümeti ve destekçileri “Avrasyacılık”, “Arap sermayesiyle ittifak” ya da “Osmanlı jeopolitiğinde hegemon güç olmak” gibi ütopik sayılabilecek bir politik yönelimi savunur görünüyorlar. Bir süre öncesine kadar tüm egemen sınıfın ana siyasal temsilcisi olma iddiasındaki AKP artık bu konumundan uzaklaşmış, uzaklaştırılmış durumda.

2000’leri büyük ölçüde şekillendiren Erdoğan’ın kişisel karizması etrafında örülen mütedeyyin muhafazakâr demokrat projenin sonu geldi. Cephe süslemelerinden eser kalmayan bu siyaset artık sermaye sınıfına herhangi bir hizmet sunamaz. Sokakları kontrol edemiyor, bölgesel dış politika tercihlerinde fena çuvalladı, içine girdikleri yolsuzluk sarmalının ortaya çıkmasıyla etrafa yayılan mide bulandırıcı pislik, hükümetin halk nezdinde itibarını yerle yeksan etti. Araştırmalar Erdoğan’a hala destek verenlerin esas argümanının alternatifsizlik olduğunu gösteriyor.

Üstelik beliren bu boşlukta, “yeni Türkiye”nin bütün taşlarının yerinden oynamış politik manzarasının yeniden düzenlenmesine yönelik yeni bir anayasal çerçeveden de kimse bahsedemiyor. Siyasal, sınıfsal, kültürel, etnik ve mezhepsel her türden kesim taleplerinin uzun bir süredir en açık ve en uçtan bir biçimde dillendirilmiş olmasına rağmen, mevcut politik krizden toparlayıcı bir çıkış imkânı yaratabilecek bir programa egemenlerin hiçbir kesimi sahip değil. Egemen siyasetteki bu çıkışsızlık mevcut krizi daha da derinleştiriyor. 2023, 2053, 2071 vizyonlarını içeren söylemler artık propagandif açıdan bile koftur.

Kuşkusuz bu tespitlerin hiçbiri orijinal değil, herkes üç aşağı beş yukarı bunları ifade ediyor. Yeni bir siyasal düzenlemenin pişirilmekte olduğu ortaklaşılan bir tespit. Üstelik yeni konfigürasyona dair fikirler de birbirinden çok farklılaşmıyor: Erdoğansız AKP, yeni CHP, tekrar ısıtılan merkeze yönelmiş devlet terbiyesini haiz MHP ve tabii hizmet hareketinin katalizör işlevi, bu unsurların bir ya da bir kaçının kombinasyonuna dayanan birkaç senaryo mevcut.

Sol ise, akıllıca yazılmış ortaya konuşma metinlerinde, bunların hiçbirinin gözünden kaçmadığını ve bunların kuyrukçusu olmayacağını haykırıyor. Halkın talepleri manzumeleri ve programatik metinler de hafif hafif ortaya serilmeye başladı. Âlâ.

* * *

Büyük Gezi hareketine bir haksızlık ettiğimiz, tedricen de olsa, özellikle Berkin Elvan cenazesi sonrası bir siyasi hareketin belirmekte olduğu iddia edilebilir. Ne yazık ki bizim kuşağın deneyimlerini yaşayanların aklına hemen Hrant Dink cenazesi ve sonrasında “sol siyaseti kurtarmak” için ortaya çıkanlar geliyor. Sonuçta Gezi isyanı otorite ve mülkiyete karşı -Brezilya’da, Ukrayna’da, Mısır’da yaşananlar düşünüldüğünde- kibar bir isyandı. Yanlış anlaşılmasın, bu satırların yazarları da küçük esnafın camını çerçevesini -hiç üstüne vazife değilken- koruma refleksinden azade değildirler. Sadece durum tespiti yapıyoruz. Şiddetin olabilecek asgari düzeyde kullanılması için özel bir çaba sarf edildiğini ve bunun isyancıların önemli bir kısmının içinde bulunduğu tarihsel-toplumsal koşullardan kaynaklandığını söylüyoruz. Hala, bizler dâhil, sokağa işaret ederek “ortaya konuşuyoruz” ve bu tarz “bir şey” örgütlemiyor. Ne sokakta ne de haysiyet saikiyle giderek daha çok hareketlenen emekçi kesimler arasında.

Oysa Erdoğan, sokağı kaybetmiş görünüyor. 30 Mart’ta yüzde ellilik AKP hikâyesinin encamını göreceğiz. Kuşkusuz para kaynaklarının hareketlendirebileceği kimi mafyatik gruplar sokağa hamle edebilir. Akit gazetesi örneği, önemli bir kısmı olmasa da bazı İslamcıların benzer işler yapabileceğine işaret ediyor. Fakat bunlar ancak kaçınılmaz olanı erteleyebilir. Sokaktaki sağın geleneksel sahibi MHP yükselişte görünüyor; BBP ise artık Erdoğan’ın kontrolünde olmadığını giderek daha fazla gösteriyor. Bunun yanı sıra pasif devrim, İslamcılığı hakikaten düzen içi bir güce çevirmiş görünüyor: Dolar yükselince moralleri düşüyor ve hiçbir gerçek hedef için seferber olamıyorlar. Toplumdaki görünür adaletsizlikler ahlaki otoritelerini sıfırlarken türbanlı kadın öğrenciler ve benzeri gerçek mağduriyetler zaten çoktan giderildi.

Yeni bir iktidar projesi muhakkak gelecek ve doğumunda 2002’den farklı olarak ve 1991’e benzer bir şekilde solcular da kısmen ebelik işlevi görmüş olacak. Peki bu defa doksanlı yılların bir tekrarının yaşanmayacağının garantisi ne? Tespit yazılarımızda sermayenin şu ya da bu kesimine kuyrukçuluk yapmayacağımızı yazmamız mı? Ulusal özgürlük hareketinin kanatları altına sığınmış olmamız mı? Düzenin restorasyon süreci bir kez başlayınca üzerimize sallayabileceği sopanın büyüklüğüne dair gerçekçi tespitler yapılsa da sunacağı havucun boyutlarına dair olabildiğince körüz.

Körüz, çünkü sermaye devletinin kapasitesine dair hala yetmişli yıllarda olduğumuzu düşünüyoruz. Bu nedenle de ziyadesiyle sınırlı bir demokrasi ve emekçilere boş vaatler ötesinde bir şey olamayacağına eminiz. Oysa Türkiye’de sermaye devleti oldukça konsolide olduğu gerçeğinden yola çıkmak gerekiyor. Yaşadığımız siyasal kargaşaya rağmen, sermaye hegemonyasının ideolojik kapasitesi oldukça yüksektir; yönettiği tüketim toplumu altta kalanlara gözünü kapayarak, hayatının olağan akışını piyasa parametreleri dâhilinde belirlemektedir. Türkiye’nin içinden geçtiği muazzam kentleşme ve proleterleşme dönemi pek çok tekil direniş ve mücadeleyi tetiklese de, bunlar bir karşı iktidar kavgasına tercüme olmamaktadırlar. Evet, yukarıda değindiğimiz gibi, siyasal bir çıkış projesi üretmek konusunda egemenler düzeyinde bir sorun olduğu kesin. Fakat bu durum –her ne kadar bir gediğe işaret etse de- sermaye hegemonyasının gücünü tek başına belirlemiyor.

Tam da bu nedenle radikal demokrasi ufkunu aşmayan programların ya da sadece solun bağımsız siyasi örgütlenmesi hedefinin bu dönem için ne kadar yeterli olduğunu sorgulamak gerekiyor. Türkiye’deki burjuva düzeni açısından, barajın yüzde beş ya da üç olması, dolayısıyla parlamentoda kendisini sosyalist olarak adlandıran bir gücün yer alması, egemen sınıf açısından tahammül edilemez bir kazanım mıdır? Ya da sermaye devleti açısından farklı ulusal, dinsel ve toplumsal cinsiyet kimliklerine sahici bir saygı gösterilmesi, yerel yönetimlerin neo-liberal çerçeve içinde güçlendirilmesine dayalı programların uygulanması o kadar mı kabul edilmezdir? Kuşkusuz bunların talep edilmesinden vazgeçilmesini önermiyoruz, bunlar için mücadele edilmezse bu kadarı da elde edilemez. Fakat aşamacı bir anlayışla önce şu sonra bu yaklaşımıyla hazırlanan programatik zeminlerin ve talep manzumelerinin en yakın hedefin ötesine gidemeyeceği kanısındayız.

O halde bugünden Erdoğan’ın sonrasına dair dillendirilmesi gereken siyasal talep ne? Sokağı örgütleyecek siyasi irade talepleri açısından aşamacı olunamaz. Var olan açık siyasi çalışma yürütme zemininden faydalanmak esas olsa da siyasi ufkumuz yasal olanla sınırlanamaz. Restorasyon güçleri pazılarını gösterdiğinde bunlara benzer oranda karşılık vererek, her tür eylemi, örgütlenmeyi, kazanımı koruyabilme kapasitesine ulaşmak temel bir hedef olmalıdır.

Oysa düzenin güçleri çözülürken, sol da çözülüyor. Sokaklarda birleşen hareketin ana taşıyıcı çizgisinin sözü ile düzen güçleri arasındaki restorasyon güçlerinin sözü oldukça benzer haldedir. TÜSİAD’ın, Mustafa Koç’un, Murat Ülker’in, Boynerler’in tutumlarını doğru algılamak lazım. Hürriyet, Milliyet, Radikal hatta Zaman gazetesine bakarsak bizler hep birlikte özgürlükler için dövüşüyoruz. Burjuvazinin bugün savaşır gibi görünen kesimlerinin yarın yine yan yana yürüdüğünü hep birlikte göreceğiz. Bugünün kriz ortamına devrimci müdahale biçimi geliştirilmesinin ilk adımı öncelikle düzen içi çözüm arayışlarıyla araya net bir mesafenin konulmasından geçiyor. Bu mesafe, “halkçılık”ın ara düzen arayışlarına gönül ve akıl indirmeden, devrim ve sosyalizm hedeflerinin başı sonu belli bir siyasi strateji bağlamında gündeme gelmesiyle kurulabilir.

* * *

Bu stratejinin temel olacağı yeni dönemi nasıl anlamak gerekiyor? Kentlileşme ve proleterleşme sürecinin üst sınırlarına gelindiğini, bu sürecin içinden ve sonucu olarak yeni mücadele, direniş ve bireyselleşme form ve pratiklerinin ortaya çıktığını ve bu çerçevede Gezi isyanının –Mahir’in ifadeleriyle-  “evrim” döneminin bitişine ve “geçiş devresi Fransızcası” döneminin başlangıcına işaret ettiğini söyleyebiliriz. Geçiş devresi Fransızcasını Mahir şöyle tanımlar: “Evrim döneminin hemen bitiminde başlar. Devrim dalgasının yavaş yavaş yükseldiği ve kitleleri sarsmaya başladığı ve kitlelerin inancının kitlesel eylemlere dönüştüğü evrenin Fransızca konuşma taktiğidir. 1905 Devrim döneminde, Fransızca hitabın aksanı şöyle idi: mahalli siyasi grevler, nümayişler, genel siyasal grev ve Duma’yı boykottur.”

Devrimciler özgüvenle, ezilenlerin düzen karşısında ve dışında durabilecekleri toplumsal sınıfsal mevzilerin inşasına eylemli olarak girişmek, eldeki mevzileri kaybetmemek ve her tür saldırı karşısında koruyabilmek görevine odaklanmalıdırlar. Özellikle işçi hareketi zeminlerindeki canlanma çabalarına dikkat kesilmek gerekiyor. Devrimcilerin önündeki görev işçi hareketinin taleplerine dayanan ezilenlerin politik özgürlük kavgasını düzen güçleri arasında yaşanan gerilimin merkezine taşımaktır. Bu politika, şovenizm ve milliyetçilik karşısında net ikirciksiz bir duruşa sahip olarak, milliyetçi ve muhafazakâr politika ve anlayışların etkisi altındaki emekçi kesimlerin devrim sosyalizm davasına kazanma stratejiyle gerçek bir temele oturabilir. Özellikle işçi ve gençlik kesimlerine dayanan örgütlenme ve mücadeleyi koruyan savunmacı bir milis politikası, sokak ve meydan işgalleri, siyasal grevler ve ezilenlerin temsiliyet kabiliyetlerini artıracak deneyimler yaratmak bugünün görevleridir. Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimlerini ve genel seçimleri de bu dolayımda değerlendirmek gerekir.

Dolayısıyla görevimiz tüm ezilenlerin özgürlük ve eşitlik temelindeki taleplerini devrimci bir direniş cephesi politikasında birleştirmektir. Bu cephe politikası mevcut siyasal güçlerin tepeden yan yana gelişi ile olmaz. Nasıl olacağına dair ise bir reçetemiz yok fakat bugün sermaye birikim rejimin en temel halkası olan taşeronlaştırmayı kırmak, barış talebini bölgesel bir devrim anlayışıyla tüm ezilenlerin özgürlüğü ve eşitliği talepleriyle kaynaştırmak, doğaya, kadına, tür ve cinsiyetlere, gençlere dayatılan tüm sömürü ve baskı biçimlerine karşı mücadele etmek muhakkak hedeflenmelidir. Bu tür gündemlerin yakıcı olduğu zeminlerde birleşerek aşağıdan bir kitlesel ve militan tarzın oluşturulmasını şarttır.

İçine girdiğimiz bu dönemin ne kadar uzun süreciği, bu manada “taktik taarruz devresi”ne ne zaman varacağımızı, dışımızdaki gelişmelerden çok, kendi öz gücümüze dayanarak yeni mevziler geliştiren ve onları koruyan bir devrimci siyaset anlayışıyla elde edebileceğimiz birikimler tayin edecektir.