Sosyal demokrasinin solu…!?

Türkiye’de “gerçek bir sosyal demokrasinin” olmadığı sıklıkla ifade edilir. Avrupa sosyal demokrasisini idealleştirmesi nedeniyle sorunsuz bir iddia değildir bu: Baykal’ı beğenmeyenler, örneğin, kafalarını İngiltere’ye çevirip de Blair’i gördüklerinde daha “sosyal demokrat” bir figürle mi karşılaşıyorlardı? Baykal –Allah aratmasın- gayet de “modern” bir sosyal demokrattı.

Üçüncü yol çizgisinin sosyal demokrasiye hâkim olmaya başladığı dönemden itibaren “sosyal demokrasinin solu”, sosyalistler açısından güncellenmiş bir adres durumuna geldi. Sosyal demokrasinin sağa sapmasından ötürü solda bir açığın oluştuğu öngörüsü sosyalistleri harekete geçiren bir motivasyon oldu. Buradan çıkan siyasetin tarifi kabaca şuydu: “Bu haliyle sosyal demokrasinin, somut talep ve beklentilerine ilaç olmadığı geniş bir kesim ortaya çıkmıştır; sosyalist sol buraya hamle etmelidir.” Buna dair özellikle Avrupa’da bir dizi deneyim de yaşandı, hâlâ da yaşanıyor.

Türkiye özelinde ise, buna Kürt hareketi de eklenerek o meşhur formüle ulaşıldı: “(Gerçek) sosyal demokratlardan, sosyalistlere, oradan da Kürt hareketine uzanan bir siyasal yelpazede…” ifadesi ile ortaya konan yaklaşım, 1990’ların ÖDP’sinden beri, Türkiye solunun dönüp dolaşıp geri geldiği temel politik hat haline geldi.

Gezi sonrasında bu fikri yönelim yeniden dolaşıma girdiğine şahit olduk. Buna göre Gezi memleketteki “sol açığa” işaret ediyordu ve CHP “sağa kırarak” yine bu ihtiyaca karşılık vermiyordu. O nedenle yapılması gereken solda yeni bir politik odak yaratmaktı. Son seçimler sonrasında, cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru giderken yine aynı formülasyonun sosyalist solun muteber odaklarınca yeniden üretildiğini gözlemlemek de mümkün. Tartışalım.

sosyalizm sosyal demokrasinin solu mudur?

Sosyal demokrasinin aslında kitlelere yetmediği, kitlelerin bu yetmezliğin bilincine varabilmeleri için daha solda bir siyasal iddiayı ortaya koymak gerektiği yönündeki tespit, sosyalistlerin sosyal demokrasi konusundaki en “klasik” hatalarından birisi olagelmiştir. 1917’den sonra Avrupa devriminin geleceğini, işçi sınıfının taleplerinin sosyal demokrasi tarafından gerçekleştirilemeyeceği varsayımına dayandıran komünist hareket neredeyse bir 10 yıl nafile bekledi. Sosyal demokrasi, Avrupa proletaryasında kökleşmiş reformist eğilimin bir ifadesiydi. Zor ekonomik kriz dönemlerinde bile işçiler komünistlerin beklediği türden bir kopuşu gerçekleştirmediler.

Bugün için de sosyal demokrasinin solunda bir “sol boşluğun” olduğu tespitine ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Zira bu tespit, neoliberal kapitalizmin toplumsal/sınıfsal formasyonları ve buna mukabil olarak da siyasal alanı nasıl dönüştürdüğünü görmezden gelerek, sabit ve iki boyutlu bir “siyasal yelpaze” varsayımından hareket etmektedir. Çokça dile getirilen “bu ülkede sol %30-40 arasıdır” ifadesi tam da bu türden bir varsayımdır örneğin. İşçi sınıfının formasyonunda yaşanan yıkım ve dönüşüm, kentli orta sınıfların toplumsal olarak işçi sınıfından, ideolojik ve politik olarak da soldan giderek kopmaları gibi köklü dönüşümler görmezden gelinir böylelikle. Oysa genelde sol, özelde de sosyalist siyasetin üzerinde işlediği topoğrafyayı alt üst eden dönüşümlerdir bunlar. İki boyutlu geometrinin siyasal yelpaze mantığı ve onun ortaya çıkardığı aritmetik hesaplar üzerinden anlaşılamazlar. En basitinden, bir %30 varsa bile, bu, o eski %30 değildir. Başka bir deyişle, toplumsal/sınıfsal boyutta yaşanan dönüşümlere bağlı olarak solun toplumsal alanı dağılmış ve daralmıştır.

Bu yeni zemin üzerinde sosyal demokrasi, emekçi kesimlerle toplumsal iletişim kanalları giderek kopan kentli orta sınıfların düzen-içi taleplerinin biçimlendiricisi ve sözcüsü durumuna gelmiştir. Bu haliyle sosyal demokrasiyi evrensel bir semptom olarak anlamak daha anlamlıdır. Semptomun kaynağı, neoliberal kapitalizmin işçi sınıfının ekseninden uzaklaştırdığı kentli orta sınıfların, “onlara vaat edilen hayata” sıkı sıkıya tutunma iradeleridir. Bu irade ekonomik krizlere bağlı olarak çeşitli sarsıntılara maruz kalabilse de, en zorlu depremlerde bile varlığını hissettirmeye devam edebilmektedir. Bu minvalde, Türkiye’de 1999 krizinden sonra beklentileri sert bir kırılmaya uğrayan ve tepkisini AKP karşıtlığına yönlendiren kesimlerle (Cumhuriyet Mitinglerini hatırlayalım), Yunanistan’ın içerisinde bulunduğu daha büyük kriz ortamında bile AB perspektifinden vazgeçmeyen ve böylelikle Syriza’nın radikalleşmesinin önündeki toplumsal takoz olma işlevini gören kesimler arasındaki farklar kadar, benzerlik ve sürekliliklere de dikkat etmek gerekir.

Gezi isyanının da içinde bulunduğu yeni isyan dalgasının, bu kesimlerin neoliberalizmle kurdukları ilişki açısından esaslı bir kırılmaya işaret ettiği elbette görmezden gelinemez. Bu kırılma farklı şekillerde tezahür etti: Proleterleşme süreçlerine paralel olarak ABD, İspanya, Yunanistan, İsrail, Brezilya gibi ülkelerde talepler bazında sınıfsal karakteri daha belirgin bir tepki açığa çıkarken, Türkiye ve Mısır gibi ülkelerde anti-otoriterizm mobilizasyonun görünen ana kaynağı oldu. İsyan dalgası Yunanistan gibi yerlerde ifadesini solda bulurken (Altın Şafak gerçeğini de unutmuyoruz tabi), örneğin İtalya gibi bir ülkede direksiyonu popülist reaksiyonerliğe kırdı. Hareketin “kendiliğinden” politik karakteri yok. O nedenle de, mevcut politik güç dengesine yahut politik müdahalelere paralel olarak çok hızlı bir şekilde farklı politik biçimler alabiliyor. Faşizm, sağ aktivizm ve haysiyetsiz popülizmin çeşitli türleri İtalya’da, Yunanistan’da ve en son Ukrayna’da buraya hamle ediyorlar ve karşılık buluyorlar.

Neoliberal kapitalizm yaklaşık otuz yıl boyunca toplumsal, ideolojik ve politik alanları çözdü. Çözülen bu alanlardan açığa çıkan elementler bugün için adeta zincirleme bir kimyasal tepkime sürecine girmiş durumdalar. Tüm bu alanlarda bir yeniden biçimlenme süreci yaşıyoruz. Eski dönemin aritmetiği ile bu kimyasal dönemi ne anlayabiliriz ne de ona müdahale edebiliriz.

kitleler solu mu arıyor..?

Bu durumda CHP’nin Gezi isyanının potansiyelini soğurduğu, Gezi kitlesinin –kerhen ve elleri mahkûm bir şekilde- CHP’ye yöneldiği, yapılması gerekeninse bu kitleye solda bir alternatif sunmak olduğu söylenebilir mi?

Tabloya bir bakalım: Merkez kapitalist ülkelerin ekonomik krizleri çevre ekonomilere doğru hızla yol almakta. Bu süreçten en fazla etkilenecek ülkelerden biri olan Türkiye’de üstelik bir de devlet krizi yaşanmakta. 2008’den beri muktedirler arasında şiddetli bir çatışma var ve bu çatışma dinamiği -en son AKP-Cemaat çatışmasında şahit olduğumuz üzere- kendini devamlı suretle yeniliyor. Toplumsal bir kalkışma da yaşanmış ve koskoca bir Gezi ortalığı hallaç pamuğu gibi dağıtmış. Böyle bir durumda memleketin “sosyal demokrat” ana muhalefeti neden ve nasıl direksiyonu hesapsızca sağa kırabiliyor? Sosyal demokrasinin solunu icat etmeden önce bu durumu açıklamamız gerekmez mi?

Çünkü yeni isyan dalgasında harekete geçen kitlenin derdi “solda gerçek bir adresin olmaması” değil. ÖDP 1999 seçimlerinde “Evet, en sola” dediğinde de değildi; bugün de değil. Kitleler bu dönemde kurumsal ana akım siyaseti akamete uğratabiliyorlar, militanca sokak aktivizimine yönelebiliyorlar ve fakat aynı zamanda var olan siyasal tercihler arasında seçim yapmak konusunda da son derece “rasyonel” davranmakta bir beis görmüyorlar. Bu nedenle de Gezi’de tüm kurumsal siyaseti paralize ettikten sonra, kurumsal siyaset içerisinde AKP karşıtlığının daha “rasyonel” adresi olan CHP’ye yönelebiliyorlar. CHP de bu basit matematiksel rasyonalitenin kendisine sağladığı özgüvenle hareket etmekte bir beis görmüyor.

Neoliberal kapitalizmin toplumsal/sınıfsal formasyonları dağıtıcı işlevinin ve solun ideolojik yenilgisinin politik sonuçları ile karşı karşıyayız. CHP’nin daha “solunda” bir adresi ortaya koyamamış olmamız neden değil, sonuç. ÖDP bu topraklarda, “sosyal demokrasinin solu” formülüne yönelik en gerçekçi proje değil miydi? Bunun bir muhasebesini yaptık mı? (Bu arada gerçekten bir ÖDP muhasebesi yapıldı mı?) Yapmadan aynı formüle dönmenin mantığı ne?

ne yapmalı..?

Her türlü devrimci arayışın gelip geleceği soru budur elbet. Bu sorunun cevabı (veya cevapları) örgütlendirilmiş bir tartışmayı gerektiriyor bugün için. Bu özellikle Türkiye sosyalist solu için geçerli. Bazı hususlara dikkat çekmekle yetinelim:

Y. Doğan Çetinkaya’nın daha önce Başlangıç’ta yayınlanan “Gezi kitlesi mi? AKP kitlesi mi?” başlıklı yazısında ortaya koyduğunu temel olarak almak gerekir: İktidar bloğunun konsolide ettiği geniş kitle içerisinde, bizzat “orada”, çatlaklar yaratmayı hedeflemeyen hiçbir projenin tutma şansı yoktur. Muhtemelen bu genel stratejiye hiçbir sosyalistin itirazı olmaz. Mesele taktik seçimlerde. Türkiye sosyalist solu epey uzun bir süredir, bu genel stratejiye yönelik olarak -bilinçli veya mecburiyetten kaynaklı- “önce yakın mahallede bir tutunalım, oradan öte mahalleye uzanırız” şeklinde bir taktik aklı izliyor.

Ya tam tersi geçerli ise? Ya yakın mahallemizdeki kanalların açılması, tam da öte mahallede tutamaklar elde etmeye başlamamızdan geçiyorsa?

Üstelik aslında Gezi mahallesine seslenirken ne kadar doğru bir siyasal hat izlendiği de gayet esaslı bir tartışma konusu. Burada mesele sadece Gezi kitlesinin ulusalcı damarına mı ve daha demokratik damarına mı oynanması gerektiği ile ilgili değil. Mesele “oynamak”la ilgili. Uçlaştırmayı göze alarak dile getirmek gerekirse: Gezi kitlesinin taşıdığı Türk bayrağına saygı göstermek ve onu “sola” kazandırmak siyaseti ile Gezi kitlesinin “Saygı, Özgürlük, Adalet, Barış, Eşitlik” istemlerine tercüman olmak siyaseti arasında sanıldığı kadar büyük bir fark yoktur: Her ikisi de Gezi kitlesini PR (halkla ilişkiler) malzemesi olarak görmekte ve bu malzemeye yönelik bir kampanya siyaseti önermektedir.

Yanlış anlaşılmasın, kampanya siyaseti elbette bazen faydalı olabilir. Hatta önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimlereine yönelik olarak, içeriği ve hedefleri net bir şekilde belirlenmiş ortak bir kampanyayı hedeflemek, yerel seçimlerde yaşanan dağınıklığı ve pejmürdeliği aşmaya vesile olabileceği için elzemdir. Üstelik bu girişim, burada ve Başlangıç’taki daha birçok yazıda altı ısrarla çizilen “yeniden inşa” perspektifine iyi bir giriş de olabilir.

Mesele temel yönelimle ilgilidir. “Sosyal demokrasinin solu”ndan kasıt, mevcut CHP’ye oy atarken –çeşitli nedenlerden dolayı- içi rahat etmeyenlere, hatta buna paralel olarak bu çizgideki bazı CHP milletvekillerine, Türkiye solunun bürokratik yapısına bağımlı olmaktan kurtulamadığı oda ve sendika düzeyindeki siyasete bir alternatif sunmaksa… O zaman tamam, bunu açıkça ilan edelim. “Mevcut yapabilirliğimiz, ufkumuz, potansiyelimiz budur” diyelim, bunun gerekliliklerini açık bir siyasetle yerine getirelim.

Fakat eğer esas mesele AKP’nin otoriter popülist siyaseti üzerinden aktörleşen kitlelere ve ne “bayrak sevdası” ne de “saygı beklentisi” ile açıklayamayacağımız, açıklamamız gereken Gezi isyanı içerisinde uç veren devrimci dinamiklere seslenmek ve ulaşmaksa… O zaman “sosyal demokrasinin solu+sosyalistler+Kürtler+Aleviler” veya “folk-Kemalistler+sosyalistler+Kürt hareketinin rejim revizyonuna muhalefet eden kesimleri” gibi siyaset mühendisliklerini bir kenara bırakalım ve sosyalist solun yeniden inşası görevine soyunalım.