En alttakiler

Yaşı yetenler hatırlayacaklardır, 1980’lerin Türkiye’sinde en gürültü koparan kitaplardan birisi de Alman gazeteci Günter Wallraff’ın En Alttakiler isimli çalışmasıydı. Wallraff, Ali Sinirlioğlu ismi altında bir Türk kılığına girmiş ve Alman toplumu içerisinde bu kimliği ile çeşitli deneyimler yaşamıştı. Tahmin edilebileceği üzere kitap, Türk Gastarbeiter’lerin çalışma hayatı başta olmak üzere çeşitli gündelik hayat deneyimleri içerisinde maruz kaldıkları saldırı, aşağılanma ve kötü muamelelerle doluydu: Onlar Alman toplumunun en altındakilerdi.

Kitabın çok geçmeden Türkçe’ye çevrilmesi ile birlikte toplumsal bir öfke dalgası yükselmişti. Fakat bu dalga, örneğin, Abdullah Öcalan’ın yakalanmadan önce İtalya’ya sığınması sonucu İtalya’ya karşı yükseltilen öfke dalgasından farklıydı: İçerisinde gerçekten en alttakilere yönelik bir adalet duygusunu barındırıyordu. Türkiye toplumu daha o zaman insanların insan gibi çalışmaları gerektiğini vazeden o eski duyguyu kaybetmemişti.

* * *

16 Ağustos 2014 günü Zafer Açıkgözoğlu aramızdan ayrıldı. Kim miydi Zafer Açıkgözoğlu? Bu satırların yazarı da o tarihe kadar bu adı bilmiyordu. Zafer Açıkgözoğlu, “çok çok önemli, adeta uhrevi seviyede işler yapan” akademisyenlerin, üniversitenin “bir makine gibi tıkır tıkır çalışmasını” sağlayan üstün nitelikteki idari personelin, üniversite hastanesine hizmet almaya gelmiş hastaların ve hasta yakınlarının arasında adeta görünmez bir biçimde dolaşan taşeron temizlik işçilerinden birisiydi. Kendi kelimeleriyle tarif etmek gerekirse, çalıştığı yerde “tıbbi ve evrensel çöplerin toplanması ve atılması, paspasla zemin temizliği, hasta yataklarının temizlenmesi, dezenfeksiyonu, tuvalet temizliği ve cam temizliği gibi” işleri yapmaktaydı. Onca önemli bilim ve hizmet üretiminin yanında gayet “sıradan” işler yapıyordu yani. Zaten bu işler de bu kadar “sıradan” oldukları için taşerona verilmişti.

Ama yine de haksızlık etmeyelim; Açıkgözoğlu’nun yaptığı işte de dikkat edilmesi gereken bazı hususlar vardı. Örneğin tıbbi atıklarla ilgili en azından asgari bir bilgilendirmeye tâbi tutulması gerekiyordu.  Oysa yapacağı “iş ile ilgili herhangi bir eğitim almamıştı.” Bu nedenle de “işe girdikten yaklaşık bir ay sonra tıbbi atıkları torbalarını çöp kutularına boşaltırken eline enfekte enjektör iğnesi battığı” halde “sonucunun ne olacağını bilmediği için önemsemeden işine devam etti.

Hadi diyelim ki Allah korudu ve bu iğne batığından bir zarar gelmedi Açıkgözoğlu’na. Ama kendisine “atık suların temizlenme ve tıkalı kanalların açılması”na yönelik bir eğitim de verilmemişti. Öyle ya, temizlik dedin mi işin içine bu da giriyordu. Açıkgözoğlu yerleri paspaslamak gibi, tıkanmış lağım kanalını açma tekniklerini de bilmeliydi. Ama işte bu konuda da bir eğitimi olmadığı için “hiçbir güvenlik önlemi alınmadan içine sokulduğu”  lağım kanalının tıkalı olan kısmın açılması işlemi yaparken, kapak açılır açılmaz “bütün lağım suları eline yüzüne püskürdü ve tüm vücudu ıslandı.” Üstüne üstelik “saatlerce ıslak kıyafetlerle kaldı.” İşte, hep eğitimsizlikten.

Sonrasını Açıkgözoğlu’nun kendi kelimelerine bırakalım:

“O gün eve gittiğimde çorba içtim ve tüm vücuduma uyuşma geldi. 4 – 5 gün boyunca her gün daha da ağırlaşan vücudumdaki ağrılar ve kanlı ishal sebebiyle acil dahiliyeye geldim. 21.06.2013 Cuma gününde Acil Dahiliye’den yoğun bakıma alınmışım. Bu temizlik işlerini yapan diğer arkadaşlar mide bulantısı kusma ishal şikayeti ile bir kısmı acile başvurmuş, bir kısmı da hastalığı ayakta atlatmıştı. Bana akut hepatit tanısı konmuş. Karaciğerim iflas etmiş, nakil olmam gerekmiş, 26.06.2013 tarihinde de karaciğer nakli gerçekleştirilmiş.

Yoğun bakımdan çıktıktan sonra tedavime ayakta devam edildi. İki ay sonra vücudum nakil yapılan organı kabul etmemiş Hastalığım o lağımdan bulaştı, bunu ben biliyorum. Ama şimdi tek isteğim iyileşmek. İkinci nakil başarılı geçsin, başka bir şey istemiyorum. Yaşarsam, malulen emekli olacakmışım. Şimdi bunları düşünemiyorum bile, sonum ne olacak, yaşayacak mıyım bilmiyorum ki! Taşeron İşçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği vasıtasıyla yürütülen dava süreci devam ediyor, hastane yetkilileri bizden daha yüksekler, daha üstünler; belki onlar kazanırlar. Ne karar çıkarsa saygı duyacağız, elden ne gelir ki!

Karaciğer reddiyle ilgili baskılama tedavisi aldım ancak vücudum tedaviye cevap vermedi. ÖÖÖLLDDÜMMMMMMM!!!!!!”

Bakmayın kelimelerde kendini açığa vuran duygusal tona. Açıkgözoğlu gayet gerçekçi bir insanmış. Zira şöyle devam ediyor:

“Biliyorum arkadan iki gün ağlayıp üçüncü gün unutacaksınız. Hayatınıza hiçbir şey olmamış gibi devam edeceksiniz. Benden önce her sene iş kazasından ölen 1500 kişi gibi Soma’da ölen 301 işçi gibi…”

* * *

Bunların hepsi bir üniversite hastanesinde oldu. Hipokrat yeminlerinin edildiği, cübbelerin giyildiği, kafalarında akademik haleler taşıyanların çalımla bir oraya bir buraya koşuşturduğu bir üniversite hastanesinde. Doktor, hukukçu ve ilahiyat mezunu veren İstanbul Üniversitesi’nin Çapa Tıp Fakültesi’nde. Birçok söz edilebilir, ama Açıkgözoğlu yeterincesini etmiş zaten (Zafer Açıkgözoğlu’nun mektubunun tam metni için bkz. http://sinifinsagligi.blogspot.com.tr/2014/08/zafer-ackgozoglundan-mektubunuz-var.html?spref=fb).

Beyler, bayanlar, çok önemli akademisyenler ve idari personel, hastalar, hasta yakınları, öğrenciler, güvenlik görevlileri ve hatta üniversitemizden eksik olmayan sivil polisler. Zafer kardeşimiz sizlerin pislikleriyle tıkanmış bir lağımı açmaya zorlandığı için hayatını kaybetti.

Sakın ha “münferit bir olay” deyip geçmeyin. Zafer öldükten iki gün sonra Kocaeli Üniversitesi Umuttepe yerleşkesi içinde bulunan İlahiyat Fakültesi ile Huzurevi inşaatının bulunduğu bölgede yapılan alt yapı çalışması sırasında çökme meydana geldi ve iki işçi toprak altında kaldı. 23 yaşındaki Durdu Koca hayatını kaybederken 46 yaşındaki Kadir Ünsal yaralandı. Bundan bir gün sonra da bu sefer İstanbul Teknik Üniversitesi Ayazağa Kampüsü’nde Elektrik-Elektronik Fakültesi Laboratuvar Ek Blok ve Cephe kaplama inşaatı çalışmasındaki kanalizasyon kazısı sırasında göçük altında kalan Melik Yalçın isimli işçi hayatını kaybetti. İş cinayetleri uzakta değil, kıl aldırtmadığınız akademik burunlarınızın dibinde.

Taşeron işçiler her gün gözlerinizin önünde ya iş tanımlarına kesinlikle girmeyen yığınla işi yapmaya ya da güvenli çalışma koşullarının sağlanmadığı ortamlarda çalışmaya zorlanıyorlar.

Neden mi kabul ediyorlar? Çünkü onlar en alttakiler.

Bunu görebilmek için illa bir Wallraff’ın durumu gözünüzün içine mi sokması lazım?