Soma’da seçim olmadı hâlâ!

13 Mayıs’ta gerçekleşen, 301 Maden işçisinin organize bir katliamla öldürülmesi ve yüzlercesinin yaralanmasıyla sonuçlanan, ülke ve dünya kamuoyunda büyük tepkilere yola açan vahim olayın üzerinden daha üç ay bile geçmeden yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Soma ve civarındaki madenci ilçelerinin olayda sorumluluğu açık olan siyasi iktidar ve temsilcisini oyuyla cezalandırmaması en olumlu kelimelerle “tuhaf”, “hüzün verici” “şaşırtıcı” bulunuldu. Ağır ithamlarda bulunanlarla konuşacak bir şey olmasa gerek. Çünkü onlar halen 301’den daha fazla ölümün olduğunu bile düşünebiliyorlar. Çok ölüm olunca iktidar daha çok yıpranırmış gibi ya da 301 ölüm azmış gibi.

Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarına göre Soma’da 12 yıldır ilk kez AKP’nin adayı dışında bir aday en yüksek oyu aldı. 30 Mart yerel seçimlerinde AKP’nin yerel yönetimi aldığı Kınık’ta İhsanoğlu %55, Demirtaş %6,7 oranında oy aldı. Akhisar ve Bergama’da da İhsanoğlu’nun benzer oranları var. Öte yandan Manisa-Kırkağaç, Balıkesir-Savaştepe ve İvrindi gibi madencilerin yaşadığı ilçelerde Erdoğan %60 civarında oylar aldı. Mesela Demirtaş Kırkağaç’ta yerel seçimlerde 72 oy almışken bu seçimde 376 oy alabilmiş. Savaştepe ve İvrindi’de Demirtaş neredeyse beş altı kat oylarını yükseltmiş durumda. Bunun ne kadarının maden işçisi oyu ne kadarının genel bir tepki ya da desteğin ürünü olduğunu kestirmek zor.

Bizler üç aydır işçilerle yürüttüğümüz sendikal içerikli meclis toplantılarında benzer tepkilere çok rastladık. İktidara kızgınlık hali maden işçilerinin genelinde rastlanıyordu. Ama bu tepkiler “Erdoğan bizim bu halde çalıştırılmamıza neden göz yumdu?” Haberi mi yoktu acaba?” sorularıyla birlikte geliyordu. Bizler de işçilere dilimiz döndüğünce şunu anlatmaya çalışıyoruz: “Yaklaşık 200-250 yıl önce kapitalizm denen bu sistem dünyada egemenlik sağlamaya başladı. Bu sistemin sahipleri işverenler, patronlar. Patronlar öncelikle devlet kurumunu ele geçirerek iktidara geldi. Bu sisteme ezilenlerin, işçilerin de ortak olduğu yanılsamasını üretmek için parlamentolar kurdular. Seçimler yapılıyor beş yılda, dört yılda bir. Bu seçimlere bizler gidip oy kullanıyoruz. Ancak şunu biliyoruz ki aramızdan hiç kimsenin solundan ya da sağından, İslamcısından ya da milliyetçisinden herhangi bir partiden belediye başkanı, o partinin il yöneticisi, rantın olduğu yerlerde belediye meclis üyesi ya da milletvekili olduğu görülmüş müdür? Duyulmuş mudur?” İşçiler “hayır” cevabı verir. “Peki, kimler seçilir bu meclislere?” İşçiler, “patronlar, zenginler ya da onların adamları” cevabını verir. “Peki, bu meclis ne iş yapar” diye sorarız? İşçiler “yasa yapar” diye cevap verir.  “Peki, bu yasalar kimin yasası oluyor o zaman” diye sorarız? İşçiler, “patronların” der. “Peki, yasaya uyup uymadığımızı kim denetler” deriz. İşçiler, “polisler, jandarmalar” der. “Peki hangi yasayı denetler onlar” deriz. İşçiler, “zenginlerin yasasını” der. “Peki, uymadığımızda kimin karşısına gideriz” diye sorarız. İşçiler, “hakimler ve savcıların” der. “Peki, onlar kimin yasasına uyup uymadığımızı sorarlar” deriz. İşçiler, “patronlar” der.  “Peki, olaydan sonra arkadaşlarımızın katledilmesiyle ilgili yayın yapmayan solundan sağına, yandaşından-kıçdaşına medya sizce neden yayın yapmıyor” diye sorarız. İşçiler, “onların da sahipleri patronlar, onlar da ucuz işçi çalıştırıyor” der.

Oysa biz anayasa önünde cumhurbaşkanıyla, holding yöneticisiyle, milletvekiliyle, üniversite rektörüyle eşit yurttaş gözüküyoruz değil mi? Ama hiçbir zaman bir temizlik işçisi, bir maden işçisi ya da bir tarım emekçisinin seçilme şansının olmadığı, hepimizin dedemizin dedesinin kaderini yaşamaya devam ettiği yerde ve Koç’ların, Ülker’lerin torunlarının dedelerinden de parlak kaderlere sahip olduğu yerde tüm bu olanlar Allah yazgısı mıdır? Değiştiremez miyiz işverenlerce inşa edilmiş bu kaderleri?  Ya da ölen 301 kardeşimize ölürken “sen solcu musun sağcı mısın, aşiret misin, Yörük müsün, Manav mısın, Kütahyalı mısın, Ordulu musun” diye soruldu mu? Ya da 300 kişinin çalışmasına göre planlanmış ocaklara bizleri 800 kişilik vardiyalarla sokarken; bir buçuk milyon ton kömür üretilmesi gereken ocaklardan üç buçuk milyon ton kömür üretmeye zorlanırken; iş güvenliğimiz sağlanmazken, kolumuz, parmağımız koparken; işveren arkadaşlarımızı işten keyfince çıkarırken bizi ayırır mıydı? İşçiler, “hayır” der. Tüm bunlara itiraz etmesi beklenen sendika ne iş yapardı? “Üretimi durduralım arkadaşlar bu koşullarda çalışmanız tehlikeli” diyor muydu? Hayır. Peki, ne iş yapıyordu bu sendikacılar? İşçiler, “genel müdürün arabasını yıkıyordu”, derler. Ya da şöyle anlatırlar sendikal gerçeği, “bizim sendikanın genel başkanı Ağar’ın adamıymış, Park Holding’te bizim Ramazan Doğru’nun konumundaymış. Ama şimdi bizim başkanımız. Buralar özelleştirildikten, bizler tarımda geçinemeyip buralara sürüldükten sonra işverenler bizi bu sendikaya zorla üye yaptılar. Sendika yöneticilerini hep işverenler belirledi. Bize zarfları ellerimize verip oy kullandırdılar. Yoksa işten atılıyorduk. Aramızdan birkaç cengâver çıkıp çıkıntılık yapınca kapıya konuluyordu. Ya da dayıbaşı gelip tehdit ediyor ya da pataklıyordu. Nereye ses çıkartıyorsun, çoluk ve çocuk var, banka borcu, ev taksiti, kira…kolay mı? Biz sizler gelinceye kadar sendika nedir bilmiyorduk, toplu sözleşmeyi görmedik bile”.  Bu konuşmalar saatler sürer ve sonuç olarak şuna varır genelde: “evet biz kendi geleceğimiz işçiler olarak aramızda hiçbir ayrım yapmadan köyümüzde, mahallemizde işyerlerimizde komiteler kurarak örgütlenmeliyiz”. Seçim olur, aralarından bir sorunu doğru ifade edebilen, iyi ve nitelikli işçi olan, işveren ve sendikaya yalakalık yapmamış, sadece kendisine değil yanındakine de haksızlık yapınca itiraz etmiş niteliklerine sahip iki ya da üç işçiyi o köyün ya da mahallenin işçi komitesi olarak seçerler.

Yukarıda anlattığımız işçilerle yaptığımız yüzlerce toplantılardan bir kesit.  Konumuza dönersek, oldukça genç bir maden işçi topluluğa var bu bölgede. Ölen 301 maden işçisi kardeşimizin yaş ortalaması 27 idi. Yüzde yetmişi köylerde yaşıyor ve tarımla, hayvancılıkla bağını sürdürüyor. Genç işçilerin bile çok büyük bir bölümü evli. Çocuğu olmayan çok az sayıda madenci tanıdık. Önemli bir bölümü AKP’nin iktidarda olduğu dönem oy kullanmaya başlamış, yine önemli bir bölümü AKP sayesinde bu işe girmiş. İşe girebilmek için AKP’ye üye olmuş çok sayı da işçi var.  Manisa, Balıkesir, İzmir’in sınır ilçe ve köylerinde yaşıyor maden işçileri. Ancak maden işçiliği ve termik santral nedeniyle havzaya Kütahya, Ordu, Zonguldak, Bartın daha kalabalıkça olmak üzere Anadolu’nun neredeyse her ilinden insanın göç etmiş havzaya. Dışarıdan gelen bu işçiler daha proleter özellikler sergilerken, yerelden gelen işçilerin büyük bölümü köylükle bağlarını sürdüren mujik niteliğe sahip. Çepni (“Aşiret” diye anılıyor bölgede. Şehirle tanışıklıkları daha yeni olan Alevi inancının bir segmenti), Yörük (ki Yörüklerin Klaz, Sarı Keçili, Kara Keçili, Nalçacı gibi dallarının yaşadığı köyler var), Manav, Çerkez, Anadolu Alevileri, az sayı da Kürt ve çok sayı da Anadolu’dan işçilik için gelmiş çok sayıda Türk-Sünni inancından işçilerin birlikte yaşadığı bir havza söz konusu olan.

İlçe merkezleri ve köylerde daha çok geleneksel muhafazakârlık diyebileceğimiz bir atmosfer var. İslami muhafazakârlığın izi yok denebilir. Ancak özellikle Kürt sorunu etrafında ulusalcılık-milliyetçilik-muhafazakârlık tarafından ortaklaştırılmış bir düşmanlık havası solcusundan sağcısına sirayet etmiş durumda.

Aslında bölgede TKİ’ye ait maden ocaklarının özelleştirilmesiyle birlikte bütün siyasal toplumsal kompozisyon dönüşmüş, dönüştürülmüş durumda. Kamuya ait maden işletmesinde sadece 1400 işçi çalışırken, özel ocaklar da 15.000’ne yakın işçi çalışıyor. Ocaklar özelleştirilince siyasal iktidar önce Hak-İş’i özel ocaklarda, milletvekili Hüseyin Tanrıverdi önderliğinde örgütlemeye çalışmış. 750 civarında işçiyi Hak-İş’e üye yapmış, fakat o tarihlerde henüz işveren kontrolüne geçmemiş olan ve geçmişinde direngen özellikler barındıran Maden-İş Sendikası meseleye müdahil olup işçilerin Hak-İş’e geçişi engellenmiş. Ancak iktidar bu sefer Maden-İş’le ve işverenlerle birlikte bir pazarlığa oturmuş. Sonuçta işçilerin ve bölgenin kaderini onlarca yıl belirleyecek ve 301 işçinin öldürüldüğü katliama giden süreci başlatan bir anlaşma sağlamışlar.

Bu anlaşmayla birlikte Park Holding’in eski yöneticisi olan ve adı Mehmet Ağar ve Korkut Eken’le arkadaş olarak anılan Nurettin Akçul Ankara Çayırhan Maden-İş şubesi üstünden Türkiye Maden İş Genel Başkanlığı’na getirilmiş. Soma’da “devrimci, sosyalist” (bu aslında yaygın bir sınıf eğilimidir, en muhafazakâr ya da milliyetçi işçilerin olduğu iş yerlerinde bile işçiler haklarını daha iyi solcular savunur diye daha çok onları temsil mekanizmalarına seçerler.  Bu tipler de siyasal bir öncünün ideolojik denetiminin yokluğunda adeta bir kural olarak bu mecburiyeti, sınıfın dönüştürülmesine değil de kişisel çıkarları doğrultusunda fena halde sömürürler) olarak tanınan ve bu çevrelerle ilişkileri yakın olan insanlar sendikanın genel merkez yöneticileri olmuşlar.  Hemen 13 Mayıs öncesinde Türkiye Maden-İş Soma Şubesi’nde yapılan seçimlerde Soma Holding genel müdürü Ramazan Doğru, İmbat Madencilik Genel Müdürü Gökalp Bey seçimlere doğrudan müdahale ederek kendilerinin belirlediği bir şube yönetimi ve delege listesi oluşturmuşlar. Yani sendikanın genel merkezini Park Holding’ten alıp sendikayı Soma Holding ve İmbat Grup’un denetimine almak istemişler. Genel merkezdeki bu “solcu” arkadaşlarla bu yönde anlaşmaya varmışlar.  Ve bunu 13 Mayıs’tan üç gün önce yapılan seçimlerde sahiden başarmışlar da. Yani şu şayet 301 değil de o güne kadar olduğu gibi 10 işçinin öldüğü ölümlü bir kaza yaşansaymış birkaç gazete de ufaktan bir haber olur ve bu çetenin kurmuş olduğu çark aynen devam edermiş. Ama öyle olmadı, 301 Maden işçisi sömürü çarklarında hayattan ayrılırken geride kalanların ıstırabını, çaresizliğini, kurulmuş olan tezgâhları, pislikleri ortaya serdi. Planlar bozuldu.

Genel müdürlerin, fiyakalı sendikacıların, dayıbaşların, siyasi iktidarın yerel temsilcilerinin, kurulmuş rüşvet çarkından nemalanan devlet memurlarının, maden ocaklarının rantından servis çekerek, mal satarak nemalanan iribaş yerel çıkar gruplarının siyaset ayırmadan oluşturdukları oligarşinin ipliği pazara çıktı. Ama o kadar. Bu oligarşi şimdi geçici olarak yoldan çıkmış olan aracın halen dümenin başında bir yandan gündemin soğumasını beklerken bir yanda da işleri tekrar eski nizamına kavuşturmak için operasyonel adımlar atmaya devam ediyor.

Mesela çalışan bir özel maden şirketinde yönetici ve CHP Soma ilçesinde ağırlığı olan bir zat birkaç hafta önce yanında birkaç işçi ve CHP’den birkaç milletvekili alıp Ankara’ya gitti. Sizce neden?

Kendisi de CHP’li olan sağcı solcu bütün maden işçilerinin fena halde sevdiği Özgür Özel’i Genel Merkeze şikâyet etmeye.  Neden şikayet ediyor? Özgür Özel, özel ocaklardaki sömürü çarkının aynen sürüp gittiğini ifade ettiği için ve torba yasadaki işçileri ilgilendiren maddelerin çıkması için neredeyse tek başına bir savaşım içinde olduğu için ve bu savaşımında işçilerce dikkatle takip edildiği işverence görüldüğü için. Yine işverenlere ocakların tadil edilmesi için devletçe gönderilecek paraya engel olmaya çalıştığı için. Yani “işletmeler bu kadar kâr ediyorsa kendi söküklerini millete fatura etmesinler, kendileri diksinler” dediği için. Ne yazık ki bu heyet genel merkezce kabul edildi.  Onlar da “defterini dürdük Özgür Özel’i”n edasıyla döndüler Soma’ya.  Ara bir not: İhsanoğlu değil de Özgür Özel aday olsaydı, istisnasız tüm madenci ve yakınlarının oyunu alırdı. Aynı Özgür Özel 30 Mart seçimlerinde Manisa’dan Belediye Başkan adayıydı. Kaybetti. Ama işçilerin geneli Özgür Özel’i 30 Mart öncesinde değil, 13 Mayıs ve sonrasındaki pratikleri ve tarzı ile tanıdı ve sevdi.  Bir şey yapınca kimse görmezden gelmiyor demek ki.

Dayıbaşları; şirket maaş dekontlarındaki adlarıyla ekip başları; işçiler arasındaki adlarıyla taşeronlar.  Özel maden ocakları içinde işveren ve sendikanın yanı sıra bir de taşeronun disiplin mekanizması vardır. Bunlar yerel siyasette de etkin elemanlardır. En son Soma’da işverenlerin çağrısı ve dayıbaşlarının organizasyonuyla “ocaklar açılsın” talebiyle bir yürüyüş tezgâhlandı. Tezgâhın yapıldığı taşeronlar toplantısına kendileri AKP ilçe yöneticisi olan taşeronlar da vardı, kendisi taşeron olmasa da MHP ilçe başkanı da vardı.  Kimse ocaklar açılmasın demiyor. Soma’da herkes açılsın diyor ama küçük bir farkla. İş güvenliğiyle ilgili bütün önlemler alınsın, işçilerin gönül rahatlığıyla çalışacağı bir hale getirilsin, ondan sonra açılsın ocaklar. Ancak bu taşeronların istediği şu: İşçiler bir an önce ocağa gitsin ve biz onların enselerine dişlerimizi geçirelim ki ceplerimize giren para musluğu kapanmasın.  O yüzden işçilerin DİSK’e üyeliklerini engellemek için binlerce tehdit savuruyorlar.  Yerel oligarşiyle birlikte gece gündüz bunu engellemenin yolları üstüne düşünüyorlar.

Çünkü Soma havzası uluslararası sermaye ve onlara entegre yerli sermayece bir enerji bölgesi olarak planlanmış durumda. Koç grubu, Demirexport adında bir ocak açtı, yılbaşında üretime başlayacak ve grubun termik yapma hedefi de var. Cengiz-Kolin-Limak grubu yeni bir termik santral inşaatına başlamış durumda.  Aynı zamanda Deniş bölgesinde büyük maden sahası açma çalışmalarına başlamış durumdalar. Yine Fiba Holding Polyak adında tam mekanize bir maden sahasını Kınık’ın Elmalıdere köyünde açtı, bir yandan hazırlık faaliyetlerine başlarken diğer yandan işçi alımına başladı. Bergama bölgesinde iki adet daha termik santrali inşaatı 2016 gibi başlayacak görünüyor. Dolayısıyla maden işçisi sayısı 16 binden 25 bine, termikler ve yan sektörlerle birlikte toplam işçi sayısı 50 bini aşacak bölgede. Ve bu işçilerin ucuz çalışmaları lazım ki bu “kutsal yatırımcılar” kâr etsin. O yüzden işçilere “sınıf sizsiniz, komitelerinizi kurun, onların çıkarı ayrı sizin çıkarınız ayrı” diyen bir sendikanın öcüleştirilmesi, şeytanlaştırılması tez vakit bölgeden kovulması gerek. Peki, kim tarafından? Devletin esas sahipleri tarafından.

Kamu ocakları neoliberal politikalar doğrultusunda özelleştirilip sermayeye peşkeş çekilirken, devlet diğer yerel rant odaklarına dair de bir dizayn operasyonu yürütüyordu. Karaelmas 1-2, Girdap operasyonları olarak bilinen organize suç örgütü operasyonlarıyla bir yandan yerel gruplara, topluluklara devlet korkusu zerk edilip, çalışma rejimine ve disipline toplumsal uyum “kolaylaştırırken”; diğer yandan ranta o tarihten itibaren hangi “ilişkilerce” yön verileceğinin de biçimi veriliyordu.

Sermayenin devleti bu; aklı sinsi çalışır. Yaşları 17 ve 24 arasında değişen Çepni çocukları organize suç örgütüne sokulup, dosyada tek bir cinayet suçu bile yokken seksen doksan yıllarla yargılayıp 10 yıldan fazladır cezaevinde tutuklu tutulurken, diğerlerinin de kurallara uyan yurttaşlar haline getirilmesi “kolaylaşmış” oluyordu.  Yoksa sonun onlar gibi olur!

sonuç

Buraya kadar oldukça dağınık hikâye ve veriler aktardım. Erdoğan’a verilen desteğin –ki ben bu desteğin her şeye rağmen sınırlı ve artık en üst sınırlarına vardığını ve başarısız olduğunu düşünüyorum- bu işçilerin kültürel ve tarihsel olarak yoğruldukları tüm süreçleri içinde dayanakları var. AKP ve RTE ile sermayenin kurduğu ilişkiyi ilericilik-gericilik ikileminden okuyanlar hep yanıldılar. Yanılmaya da devam edecekler. İnsanlar AKP döneminde yapılan her tür uygulamanın kendi hayırlarına olduğunu düşünüyorlar. Düşünüyorlar, çünkü somut olarak yol görüyorlar, o gördükleri yol onlara AKP’den önce yokmuş gibi “algı”latılabiliyor. Bunu sadece medya gücü aracılığıyla değil, ezilenlerin emekçilerin içlerine uzanan “algı operasyoner”leriyle yapıyorlar. İş bulma süreçlerinden, ihale dağıtım mekanizmalarına, tayin ve atamalardan, tarım destek kredilerine, kömür yardımlarından, gıda yardımlarına, özürlü ve ona bakana maaştan, yaşlı yardımlarına varıncaya kadar somut varoluşları, “algı operasyonlarında” yetkinleşmiş teşkilat ağları sayesinde kamunun ve devletin mecburiyetleri olarak değil de Erdoğan’ın kudretiyle gerçekleşmiş şeyler olarak sunulabiliyor. Buna bir de medya eliyle yürütülen algı operasyonları eklenince ürün cilalanmış hale geliyor. Üçüncü köprüleri, silahını, uçağını yapan Türkiye. ABD’ye, Avrupa’ya, İsrail’e kafa tutan Türkiye. “Zaten herkes bizim düşmanımızdı, bizi engelliyorlardı, Erdoğan ve AKP geldi bu gidişe son verdi”. “Artık hep birlikte kazanacağız”. Nükleer santraller, devasa inşaat ihaleleri, havaalanları, hızlı trenler, Marmaraylar, duble yollar daha neler neler. Oysa işçiler bu işleri oldukça ucuza yapıyor, birileri de oldukça fazla kâr ediyor. Sermaye bu durumdan rahatsız değil memnun. Aksine minnettar AKP’ye.  Sahiden sermaye bir isterken AKP ona üç veriyor.

“Bakın Soma’da kaza oldu, fıtratınızda kaza vardı oldu. Ama Erdoğan son işçi çıkarılıncaya kadar bakanını oraya dikti. Eylem yapan madencileri Ankara’ya çağırıp onlara 15 kalem söz verdi.  Bu sözlerin bir kısmını şimdi tuttu. Bir kısmı da zaman alıyor elbette.” deyince yerel algı operasyoneri ikna edici olabiliyor halen. Ama bir fark var artık. Ona bu sefer sorular yöneltebilen bir işçiyle karşılaşıyor. O işçi ona diyor ki “beni kendi toprağımda geçinemez kıldınız. Oysa ben orada geçiniyordum babam atam gibi. Tarım ürününü ithalatı artırarak değersizleştirip, beni de yoksullaştırıp buralara sürdünüz. Beni burada sermayeye ucuz iş gücü olarak ölüm pahasına çalıştığım bir işe sürdünüz. Siz ayrı, patron ayrı, sendika ayrı, dayı başı ayrı, banka borçları ayrı, kiralar ayrı sırtıma bindiniz. Maaşıma ücret olarak yansıtsanız kendi irademle satın alacağım elli kuruşluk şeyleri bana iyilik yapıyormuş gibi kakalıyorsunuz vb.  Artık benim, Rabbimle kurduğum münasebete kimseyi aracı etmeyeceğim, Rabbimden başka kimseye kulluk etmeyeceğim. Ben kimsenin kulu, köpeği değilim. Ben kendi sınıfımın insanıyım. İşçiyim.”

Soma maden işçisi, birikmiş öfkesine rağmen, yaşadığı süreçlerin sorumlusu olduğunu düşündüğü kurumlara karşı onları yok sayma, bulaşmama, umursamama gibi bir pratik tutumlar geliştirdi kendiliğinden. Toplantılarda sıklıkla sendikalardan nefret eden bir işçi profiliyle karşılaşıyoruz. “Hepsi aynı bunların” tutumu. Ya da “onlar da devrimciyiz, sınıfçıyız diyorlardı bakın neler geldi başımıza, sizin de öyle olmayacağınız ne malum, öyle olmayacağınızın garantisi ne?”  Bu tutum Türkiye Maden-İş’in işçilere “artık demokratik olacağız” yutturmacasının bir aracı olarak devreye soktuğu temayül yoklaması seçimlerine ve delege seçimlerine katılmama biçiminde de kendisini gösterdi. 12 bin maden işçisinden sadece 1500’ü bu seçimlere katıldı.

Tüm gözlem ve deneyimlerimden hareketle Soma havzasındaki maden işçisinin üçte ikisi tepki olarak oy kullanmadı ve kullananların önemli bir bölümü Erdoğan karşısındaki adaylara oy verdi diyebiliriz.

Ömrünce bilinçli bir şekilde hiç oy kullanmamış bir yurttaş olarak,  yurt genelinde oy kullanmayan ve maden işçileri gibi gerekçelere sahip olmayan, ‘kendiliğinden boykotçu’  geniş topluluklar için kanaatlerimden biri, Erdoğan/AKP’nin taşıyıcısı olduğu siyasi söylemin bir kısmıyla mesafeli olsalar bile, onun sınıfsal politikalarıyla büyük bir örtüşme içinde olduklarıdır. Bu kesimin önemli bir kısmının Erdoğan’ın seçilmesiyle kendi gündelik çıkarlarının temsili arasında çok büyük bir karşıtlık görmediklerini düşünüyorum. Başka türlü hissetseler, düşünseler bunun gereğini kimse onları çağırmadan yaparlardı tereddütsüz. Erdoğan’ın kaybettiği aşikâr, o artık özerk ve özgül ağırlığı olan biri değil haşmetliler açısından. Başka bir özgüllük şekillendirilinceye kadar biri olarak kalmaya devam edecek.

Ama yukarı da anlatmaya çalıştığım gibi mesele oy değil. Sen ne yapıyorsun kardeşim, etrafa hayıflanıyorsun da.