Türkiye doksanlara dönmüyor

“Türkiye 90’lara mı dönüyor” bugünlerde sıklıkla dile getirilen bir kaygı. Bir iç çatışma sürecinin emarelerinin ortaya çıkmış olması bu kaygıyı körüklüyor. Son bir hafta, on gün içerisinde yaşananlarla ilgili olarak sathi benzetmeler üzerinden dile getirilen bu kaygı aslına bakılırsa meselenin doğru bir analizini atlamamıza neden oluyor.

Hayır, Türkiye 90’lara geri dönmüyor. Daha farklı bir bağlam içerisinde, siyasal aktörlerin farklı tavır alışlarıyla ve bunun toplumsal alandaki farklı tezahürleri ile karşı karşıyayız. Bu yazının esas mesajı bu bağlam içerisinde –muhtemeldir ki- 90’lardan daha kötüsüne doğru ilerlediğimiz.

1- Olayların cereyan ettiği üst bağlam Türkiye’nin emperyalist sistem içerisindeki pozisyonunu zorladığı bir dönem. Bunun iki belirleyeni var.

Birincisi, ABD merkezli emperyalist sistem 90’larda olduğu gibi reorganizasyon ve ilerleme aşamasında değildir. 2008’den beri yaşanan gelişmeler sistemin ciddi kırılmalar yaşadığını ve zafiyet içerisinde olduğunu göstermekte. Bu zafiyetlerin en belirgin olduğu, çatlakların en açığa çıktığı bölge de Ortadoğu. Türkiye egemenleri, kendilerinin de parçası oldukları uluslararası emperyalist sistemin çatladığı Ortadoğu’da kendi paylarını artırmaya yönelik bir konjonktür keşfetmiş durumdalar.

İkincisi, Türkiye sermayesinin ve kapitalizminin 90’lara nazaran daha gelişkin bir aşamaya ulaşmış olması ve Ortadoğu’da ortaya çıkan çatlağa oynama cesaretini göstermesidir. AKP’nin Esad yönetiminin düşmesindeki ısrarının ve Barzani ile geliştirdiği iyi ilişkilerin arkasında bir sermaye aklının olduğunu atlamamak gerekir. Evet, Türkiye ekonomisi hala fazlasıyla kırılgan -ve evet- sermaye birikimi özellikle küresel kriz ile birlikte inşaat merkezli bir sürece endekslendi vesaire. Bu ve benzeri sorunlar Türkiye’nin Ortadoğu’da acemice sürdürmeye çalıştığı emperyal girişimlerinin önündeki yapısal engeller hiç kuşkusuz ki. Dolayısıyla Türkiye’nin Brezilya’nın Latin Amerika’da veya Güney Afrika’nın Afrika’daki rolü oynayabilmesi için yemesi gereken belki de kırk fırından fazla ekmek var. “Alt emperyalist” olmak o kadar kolay değil. Bunlar doğru. Fakat bunların doğru olması, Türkiye sermayesinin çeşitli fraksiyonlarının 90’lara nazaran daha hacimli, atak ve açgözlü olduklarını; devletin de bu açgözlülüğün siyasal taşıyıcısı olduğunu göz ardı etmemize neden olmamalı.

2- Gezi ayaklanması sürecinde Afrika’ya giden RTE’nin buradan dönüşünden itibaren başlattığı süreç, kendi geniş zeminini militer-militan bir şekilde konsolide etmektir. Geniş zemin derken, zaten geniş olan AKP seçmen bloğunun yanına, şeklen MHP’li olsa da “kafasında, gönlünde Tayyipçi” olan, olmakta beis görmeyen kitlelerin eklenmesinden bahsediyoruz. AKP’nin bölgeye yönelik emperyal siyaset çizgisi, bu toplumsal bloğu sermaye bloğu ile eklemlemeye dayanıyor.

Tam da bu nedenle, bugün bu toplumsal blok üzerinden girişilecek sokak eylemlerinin, son günlerde şahit olduğumuz gibi, 1990’lara göre daha kanlı sonuçlar üretebileceğini ciddi bir ihtimal olarak göz önünde tutmak gerekiyor. 1990’larda ortaya çıkacak bir Türk-Kürt iç savaşının sermaye bloğu açısından hiçbir pozitif anlamı olmayacaktı. Bu nedenle toplumsal gerilim o dönemde bir şekilde ya bölgede izole edildi ya da farklı mecralara aktarıldı. 1990’larda Türkiye’nin büyük şehirlerinde, son günlerde şahit olduklarımıza benzer “pogrom girişimleri” gerçekleşmedi.

Bugün yaşanan içe dönük ve sermaye bloğunun gündemi ile paralellik göstermeyen bir Türk-Kürt gerilimi değil. Bugün yaşanan, Ortadoğu’da bir bölgesel güç olma siyaseti izleyen Türkiye egemenlerinin, Ortadoğu’nun dört ülkesinde fiili güç haline gelen ve bu haliyle 90’lara kıyasla daha bir “uluslararası güç” olan Kürt hareketinin tam da bu gücünün yoğunlaştığı odakları hedef alması, onu kendi beklentileri doğrultusunda sınırlamaya, “ehlileştirmeye” çalışmasıdır.

Özal’dan itibaren Türkiye egemenleri arasında bir çizgi haline gelen liberal emperyal vizyon (medyadaki yansımaları olarak bkz. Taha Akyol ve Cengiz Çandar), Türkiye’nin ABD hegemonyası altında ve Kürtler ile birlikte hareket etmesini öngörmekteydi. Bu senaryodaki “sorun” her zaman için Kürt Özgürlük Hareketi –yani KCK-PKK çizgisi- oldu. KCK-PKK çizgisinin, Ortadoğu’da yaşanan son süreçte etkinliğini artırması ve uluslararası alanda kabul görebilecek bir güç haline gelmesi, Türkiye egemenlerinin hazmedebileceğinden fazlasını önlerine koymuş durumda. Başka bir deyişle, Erdoğan artık karşısında salt bir “terör örgütü” olmadığını görüyor ve bu durum onu liberal emperyal vizyonun dışına çıkmaya zorluyor. Türkiye egemenleri Suriye’de Müslüman Kardeşler, Kuzey Irak’ta da Barzani çizgisinin egemen olmasını beklerken ve bu tür bir senaryo üzerinden “emperyal hayallere” dalarken, KCK-PKK çizgisinin yarattığı rahatsızlık, “AKP’nin içine Ankara kaçtı” gibi liberal metaforlarla anlaşılamaz.

3- Buraya kadar anlatılanlar, son bir haftadır sokakları dolduran silahlı güruhların tepeden harekete geçirildikleri imasını taşıyor. Bunu ima etmeden doğrudan söylemek gerekirse: Evet, öyle.

Fakat bu durum bizleri, bugün için Türkiye’de “ha” deyince pogrom gerçekleştirmeye hazır bir kitlenin potansiyelini görmekten alıkoymamalı. “Nasıl olsa yukarıdan yönlendiriliyorlar, AKP vanayı kesince bunların da gazı iner” gibi bir rehavet çizgisine asla kapılmamamız gerekiyor. Bu potansiyel kendisini farklı şekillerde ortaya koyacaktır. Anadolu şehirlerinde vurucu AKP-MHP ekipleri görünümünde, İstanbul’da son dönemde sokak eylemleri gerçekleştiren ırkçı-Turancı çeteler üzerinden, üniversitelerde çeşitli “otonom” İslamcı gruplar nezdinde, hatta bazı durumlarda “toplumsal olaylardan zarar gören rahatsız esnaf” güruhu biçiminde  “aksiyoner faşizm” günlük siyasetin bir bileşeni haline gelebilir, gelmeye başlamıştır. Bu mevzuyu “vana” metaforu üzerinden düşünmek bizleri bu konuda siyaseten atıllığa sürükleyebilir.

4- Kobane direnişinin Türkiye Kürdistan’ında yarattığı serhıldana devlet tüm “güvenlik güçleri” ile karşılık verdi: Polis, ordu, korucular, sivil faşist güruh ve Hizbullah. Kürt halkının infiali karşısında devlet açıktan “el yükseltti”. Üstelik önümüzdeki birkaç gün içerisinde meclise geleceği söylenen yeni yasal düzenlemelerle toplumsal muhalefet üzerindeki “polis-yargı” cenderesinin daha da sıkılaştırılacağı bizzat RTE tarafından açıklandı. HSYK seçimleri süreci de hükümetin yargının yapılanışı üzerinde ciddi bir revizyona gitmekte kararlı olacağını gösteriyor.

2007’de başlayan devlet içi iktidar savaşı süreci boyunca inşa edilen yeni devlet biçimi bu son süreç içerisinde bir seviye daha yukarı taşınmış durumdadır ve öyle görünüyor ki 2015 seçimleri sonrasında ortaya konacak yeni anayasa ile son halini alacaktır. İsminin “faşizm” olup olmamasını tartışmadan, bunun bir “olağandışı devlet biçimi” olduğu, olacağı açıktır. Bu süreç içerisinde inşa edilen yeni devlet biçimi, 1990’ların konjonktüründe hüküm süren devlet biçiminden farklıdır, farklı olacaktır. Gerek devletin ideolojik aygıtlarının (örgün eğitim, medya, Diyanet İşleri’ndeki dönüşüm), gerek devlet aygıtları arasındaki iktidar dağılımının (yargı, yürütme, polis, MİT, bir siyasal parti olarak AKP), gerek devlet-sermaye ilişkilerinin (Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’ndaki son düzenlemeler) yeniden düzenlenmesine yönelik girişimler bu farkı her geçen gün daha net bir biçimde ortaya çıkarıyor.

Fakat süreç henüz tamamlanmamıştır. AKP’nin emperyalist sistemin egemenlerini ikna etme ve Türkiye sermayesini ikna etme/mecbur bırakma potansiyeli henüz tam anlamıyla gerçekleşmemiştir. O nedenledir ki Ortadoğu’da hızlanan gündeme ve 2015 seçimlerine göre siyasal aktörlerin alacakları pozisyonlar bu sürecin kaderini belirleyecektir.