BHH’nin Seçime İlişkin Açıklamasına Dair Dağınık ve Kasvetli Düşünceler

I

Türkiye solu olarak –hepimizin- belki de en büyük hastalığı kendimizi çok fazla ciddiye almak. Oysa ne tarihsel ne karşılaştırmalı ne de güncel siyasal güç dengeleri açısından Türkiye solu hiç de “ciddi” bir özne değildir. Topu topu 50-60 senelik bir ömrü vardır (1960 öncesinde de cefakâr solcular, sendikacılar, örgütler elbette vardı, fakat bunların memleketin siyasal havasına etki edebilecek düzeyde oldukları maalesef pek söylenemez). Bunun ancak 20 senesinde toplum sathında yüksek bir etki yaratabilmiştir. Hepsi bu. Avrupa’nın, Latin Amerika’nın, Asya’nın devrimci gelenekleri ile karşılaştırıldığında daha emekleme döneminde olduğumuz bile söylenebilir. Bugün itibariyle durumumuzun iyiye gittiğini söylemek de pek mümkün değil.

Türkiye solu olarak bizler “azgelişmişlik” tartışmalarının içerisinden doğduk (1960’lardaki tartışmanın şekillendirici ekseni budur), sonrasında da çok “gelişemedik”.

Bu tartışmaları ele alan Ergun Aydınoğlu’nun “Türkiye Solu” isimli kitabının temel bir tezi vardır: 1960’larda ortaya çıkan siyasal işçi hareketi ile yakaladığı ilişkiyi çok geçmeden kaybeden Türkiye solu giderek çözülme ve parçalanma sürecine girmiştir. Ve bu süreç hâlâ devam etmektedir.

İşçi hareketi ile sosyalist hareketin buluşması tezi, aslında kökenleri kadim Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde bulunan ve bir yoruma göre, Lenin’in de hayran olduğu bu partiden –“Kautsky’nin dönekliğine” rağmen- devralıp sürdürdüğü bir politik esastır.[i]

Bu buluşma olmadığı zaman ne olur?

Sosyalist hareket “kendine özgü çıkarlar” edinir, yoksa da icat eder. Türkiye solunda çözülme başladığında ortaya çıkan strateji tartışmaları bu duruma en iyi örneklerden birisidir. İşçi hareketinden kopan sol(lar) kendi yollarını çizmek için adeta “zorlarlar”. Devlet sermayenin aygıtı ilan edilirken orduya başka payeler biçilir; başat çelişkiler, temel çelişkiler devamlı değişir; Maoculuktan Enver Hocacılık’a zorunlu geçişler yaşanır vesaire. “Ciddiyetsizlik” diyemeyiz. Ne haddimize! İnsanlar kelle koltukta mücadele etmektedirler. Ama şurası da gerçektir ki bu ciddiyet artık giderek sadece kendini ciddiye almakla ilgili olmuştur.

“Onur”, “namus”, “dik duruş” gibi sübjektif kavramların siyasal lügatçeye bu kadar girdiği başka bir sol gelenek var mıdır acaba dünyada? (Gerçekten bilmediğimden soruyorum).

II

Sahi nasıl çıkmıştı ortaya TKP? 1990’larda siyaset yapmaya başlayanlar için tam bir muammaydı aslında. Elbette TKP’yi ortaya çıkaranların bir geçmişi, “Gelenek”i vardı. Gökten zembille düşmediler. Ama bahsedilen o değil? Nasıl Türkiye solu içerisinde aniden büyüyüverdi ve bugün bildiğimiz halini aldı TKP?

Her ne kadar bugün iki farklı partiye ayrışmış olsalar da, bunda elbette TKP yönetiminin ve kadrolarının becerileri vardı. Ama bana göre daha çok bir “semptom” olarak ele almak gerekir TKP’nin ortaya çıkışını. “Orta sınıflar” denen şekilsiz kütlenin içerisinde solla temas halinde olanların 2000’lerin başı itibariyle geçirdikleri dönüşümün bir sonucu aslında TKP’nin soldaki yükselişi. Dediğim gibi, bu dönüşümü okuyabilmiş olmak elbette TKP kadrolarının bir becerisi. Haklarını teslim etmek gerekir.

Biraz muğlak bir şey söylediğimin farkındayım. İzninizle daha da muğlaklaştırayım.

O orta sınıf kütlesi 1990’larda “ÖDP’lilik” ile temastaydı aslında. Dönemin derin devleti tarafından yürütülen kirli savaş ve onun batıdaki yansıması bu kütlenin “anti-devletçi, demokratik” hissiyatlarını harekete geçiriyordu zira. Kendi kadrolarının ötesinde bir parti olarak ÖDP’liliği belirleyen eksen buydu.

Bu dönemin sonunda yaşanan ekonomik kriz orta sınıf kütlesine 1980 sonrasında ilk kez “kitlesel işsizlik” hissiyatını tattırdı (o dönemin gazetelerine açın bakın üşenmiyorsanız). Bu durumun üzerine bir de AKP iktidarı geldiğinde, memleketin bu “muteber evlatları” giderek hem ekonomik hem toplumsal pozisyonlarında bir erozyonu deneyimler oldular. Türkiye küresel kapitalizme sıkı bir şekilde eklemlenir; beyaz yakalılar giderek proleterleşir ve proleterler de giderek taşeronlaşırken yaşanan toplumsal erozyon siyasal ifadesini AKP karşıtlığında buldu. Tabii belli bir kesimde.

Aslında bunda çok da tuhaf bir durum yoktu. Elbette ki AKP bu süreçlerin hepsini örgütleyen siyasi iktidardı ve hedefe konması gereken de oydu. Sorun bunun siyasal ifadesinin bu orta sınıf kütlesinin hassasiyetlerine mahkûm edilmesiydi. Kabaca söylemek gerekirse, solla siyasal etkileşime girme potansiyelleri 1990’larda ÖDP’nin “demokratlığı” ile sınırlı kesimler, 2000’lerin başlarından itibaren yaşanan dönüşüme bağlı olarak, TKP’nin “laik yurtseverliği”ne hissen ve kafa yapısı olarak daha uygun hale geldiler. “TKP’nin ortaya çıkışını bir semptom olarak ele almak gerekir” derken bunu kastediyorum.

Türkiye solu da bu orta sınıf kütlesinin değişen hassasiyetleri doğrultusunda kutup değiştirdi. Sol içi güç dengeleri bu doğrultuda yeniden oluştu. Ağzımızdan “neoliberal kapitalizm, sömürü, emekçiler” düşmese de, adeta yeniden 1960’lara dönerek, yükselen gerici ve emperyalist güçler karşısında ilerici güçleri toparlamaya soyunduk. “Yurtseverlik” meselesi işte tam bu dönemde TKP tarafından yeniden Türkiye solunun gündemine sokuldu. Hedef de, Aydemir Güler’in ifadesi ile “orta sınıfların bölünmesi” idi:

“Sonuç olarak bizim işimiz taraf tutmak değil cephe açmaktır. Cephemizin gücü oranında verili burjuva tarafların da değişim geçirmesi olanaklıdır. Öyle ki, belki de bugün kimilerinin nafile arayıp durduğu, “sosyalist olmayan yurtseverler”, mücadelenin bir ileri evresinde açığa çıkacaklardır. Ya da bir diğer deyişle, bu tür bir yurtseverliğin sahneye çıkması, ya da daha klasik bir deyimle, orta sınıfların bölünmesi ‘bizim’ ürünümüz olacaktır.”[ii]

III

Lakin hedeflenen olmadı. Sosyalist sol “orta sınıfları” bölemedi, bu kütle içerisinde anlamlı bir yer edinemedi. Daha çok o kütlenin duyarlılıklarına kendisini mahkûm etti. Giderek de sosyolojik bir bileşimin siyasal ifadesi haline geldi. İyisi mi uyanıklık yapmaya çalışıp da hiç üçüncü tekil şahıs üzerinden yazmayayım: Haline geldik.

Ne 90’larda ÖDP olarak ne de 2000’lerde TKP olarak kendimizi sosyolojik bir veriden politik bir veriye dönüştürebildik.

Tüm bunların BHH’nin seçim açıklaması ile ne ilişkisi var? Yazının başlığında belirttim “dağınık düşünceler” diye. O nedenle bu dağınıklığı lütfen siz toparlayın. Her şeyi yazardan beklemeyin.

Ama bir yardımım olsun, yine bir iki dağınık çıkarımla bitireyim bu kasvetli yazıyı:

1960’ların o muhteşem toplumsal ve siyasal kalkışmasından sonra siyasal işçi hareketi ile bağı kopan, 1970’lerde giderek parçalanan, 1980 sonrasında da sıkışıp kaldığı orta sınıfları dönüştürme kudretini gösteremeyip onun yörüngesine kendisini hapseden bir soluz biz. (Farkındayım, büyük genelleme). Bu nedenle “kendimizi ciddiye almanın” ötesine geçemiyoruz. Bir toplumsal karşılığımız olmadığı için çoğu zaman aslında “gerçek siyaset” yapmaya ihtiyaç duymuyoruz. Kendi pozisyonlarımızın “sağlamlığını, tutarlılığını” kendi “dik duruşumuzu” merkeze koyuyoruz.

Stratejik ve taktik düşünmüyoruz, zira ihtiyaç duymuyoruz. Onun yerine pozisyon tutuyoruz. O pozisyonu da muhayyel senaryolardan üretiyoruz. Muhayyel senaryolarımızdan, “böyle böyle diyorlar ama aslında şöyle şöyle”cilikten üretilmiş statik pozisyonlara tıkılıp kaldığımızda “kendimizi ciddiye almak” dışında başka bir yolumuz kalmıyor. Kendimizi sağlama almaya çalışıyoruz, bunu önemsiyoruz.

Çok basit bir gerçek: Marksizm, hareketin hareket halindeki bilgisidir. Oysa biz aynı suda ikinci, üçüncü, dördüncü defa yıkanıp duruyoruz. Sonra da kendimizi “yıkanmış, paklanmış” hissediyoruz.

Buradan nasıl çıkarız? Bu sorunun basit bir cevabı var ama ne her derde deva ne de “ha” deyince olacak bir şey: Toplumsal bağlarımızı çoğaltıp, derinleştirerek.

O zamana kadar siyasi zekâmızı yeniden bilemeye ihtiyaç var. Hazır moda da oldu, bence Türkiye solu olarak toptan Lenin’e dönelim. Somut durumun somut analizinden hareketle baş döndürücü taktik ve stratejik salvolar yapabilen, bunlar çerçevesinde kadroları ve giderek kitleleri şekillendirme perspektifine sahip –Negri’nin ifadesi ile- o “strateji fabrikasına.”

Son bir not:

Bu karar korkarım ki basit bir seçim kararı olarak kalmayacak. Görünün o ki TKP belki “orta sınıfları” bölmeyi beceremedi ama TKP’lilik solda hegemonik hale geldi. Belki de ileriki bir zamanda dönüp BHH’nin bu metnini bulacak aşağıdaki soruyu soranlar:

Sahi nasıl çıkmıştı ortaya TKP?

[i] Bu yorum için bkz. Lars T. Lih, Lenin Rediscovered: What Is to Be Done? in Context, Haymarket Books, 2008.

[ii] Bkz. Aydemir Güler’in Gelenek dergisinin 2003 Kasım sayısındaki yazısı.