Yeni Durum, HDP ve Sosyalistler

HDP’nin genel seçimde gösterdiği büyük başarı öncelikle hepimize bir nefes aldırdı. Gezi’den sonra kademe kademe yaşanan geri çekilmeler ve üst üste gelen yenilgilerden sonra nihayet bir sonuç alındı. Hem de ne sonuç! 12 Eylül faşizminin siyaseti şekillendirmek için diktiği ve o günden bugüne sapasağlam duran seçim barajı yerle yeksan edilerek!

Peki, ne oluyor? HDP’nin oyları“şuradan, buradan” gelen emanet oylarla mı arttı? Mesele sadece “Erdoğan korkusu” muydu? Bunların varlığını inkâr edemeyiz. Fakat bundan –yani matematikten- ötesi de vardı. Ve gözümüzü dikmemiz gereken ufuk tam da bu “ötesi”.

“Ötesi”nin tohumları Gezi direnişinde atıldı aslında. Gezi birbirleriyle etkileşimli iki önemli siyaseti yeniden diriltti.İlki, fiili-meşru direniş. Her ne kadar Gezi’den sonra gelen ardı ardına seçimler dolayısıyla kurumsal siyasetin içerisinde kaybolma tehlikesi ile karşı karşıya kalsa da, fiili-meşru direniş Gezi’den sonra da bir “alışkanlık” olmaya devam etti. Üstelik bu alışkanlığın giderek farklı kesimlere sirayet ettiğine de tanık olduk: Metal sektöründe ilan edilen grev yasaklandığında anlı şanlı sendikal aktörler cesaret edemezken, metal işçileri fiili işgal ve grevlere kalkışmaktan geri durmadılar. İkincisi, iktidar karşısında “halk” olabilme kapasitesinin artması. Türkiye’nin 1990’lardan itibaren siyasetini şekillendiren kültürel kutuplaşmalar –yok olmadıysa da- giderek daha az belirleyici olmaya başladılar. Fiili-meşru direniş içerisine girenlerin etkileşmesi kaçınılmazdı, öyle de oldu. Kültürel ayrım noktaları yumuşadı, geçişkenlik olmasa da, stratejik bir hedefe yönelik olarak yan yana gelebilme kültüründe, kapasitesinde önemli bir dönüşüm yaşandı.

Bu anlamda Gezi direnişi, 2008’den sonra ortaya çıkan muadilleri ile aynı temellere oturmaktaydı. Meselenin Türkiye ve Mısır’da otoriterizm üzerinden, Yunanistan ve İspanya’da ekonomik kriz üzerinden patlaması elbette ayırt ediciydi. Fakat İspanya’da Podemos’un yükselmesini sağlayan temel söylem, kendisini önceleyen Öfkeliler hareketinden aldığı ve İspanyol siyasal sistemine dair getirdiği köklü eleştiriydi. Podemos, İspanyol halkının ekonomik taleplerine köklü cevaplar ürettiği için değil (en kötü olduğu konu budur aslında), ekonomik krizin arkasında yatan siyasal sistemi deşifre eden aktif vatandaşlık kültürü ile ilişkilendiği ve buna somut bir siyasal seçenek önerebildiği oranda başarı sağladı. Mesele, giderek oligarşikleşen ekonomik ve siyasal sistemler karşısında “halk”ın somut bir siyasal seçenek olarak yeniden teşekkül ettirilebilmesi olarak tezahür etmektedir. Bu, bugünün ortak siyasal sorunsalı haline gelmiş durumdadır.

Yanlış anlaşılmasın, burada hareketle “Türkiye Podemos’unu/Syriza’sını bulmuştur” gibisinden bir önermeyi dillendirilmeyecek burada. Bu genel kriz her ülkede belirli özgünlükler içerisinde ortaya çıkmaktadır ve bu krize cevap veren aktörler birbirlerinden farklı niteliktedirler. Bu anlamda HDP, Syriza veya Podemos olmadığı gibi; aslında Podemos da Syriza değildir. Fakat bu durum genel bir konjonktür analizini ve bu konjonktürün ortaya çıkardığı ortak sorunsalları görmezden gelmemize yol açmamalı.Farklı biçimlerde gerçekleşse de 1980 sonrasının ortak özelliği ekonomik ve siyasal iktidar odaklarının toplumsal sorunlardan bağımsızlaşması ve oligarşik bir yapı kazanmasıydı. Öyle görünüyor ki “1980 sonrasına” geçmemizi sağlayan 2008 kalkışmalarının ortaya/önümüze koyduğu ortak sorunsalsa, o veya bu şekilde yozlaşmış temsili siyasal ve ekonomik sistem aktörlerine karşı, o veya bu saikle harekete geçmiş toplumsal kesimlere alternatif bir “halk stratejisi” üretebilmek, “onlar”a karşı “bizler”den siyasal bir alternatif yaratmaktır.

İkili Kriz

Merceği odaklayıp Türkiye’ye baktığımızda krize dair belirli özgünlüklerin altını çizmek gerekiyor. AKP, iktidara geldiği 2002 senesinden ekonomik ve siyasal krizin çakışarak başladığı 2008’e kadar iki zemin üzerinden kendisini kurdu. İlki, ekonomik büyüme idi. Küresel para bolluğuna dayanan bir konjonktürde bunu sağladı da. Büyüğünden orta ölçeklisine kadar her türden sermaye fraksiyonu bu dönemin nimetlerinden faydalandı. Enflasyonun dizginlendiği bir ortamda alt sınıflar asgari ücret, taşeron istihdam düzeni ve gayrı-nizami sosyal yardımlarla konsolide edilebildi. Bu satırlar yazılırken Türkiye’nin en son büyüme rakamları açıklandı. Buna göre –beklentilerin üzerinde olarak- Türkiye son çeyrekte %2.3 büyüdü. Türkiye gibi bir ülke açısından 2.3’ün fiili küçülme anlamına gelmesinin yanı sıra, mevcut büyümenin sanayi ve inşaat sektörünün durduğu bir ortamda, lüks tüketime dayalı olarak gerçekleşmiş olması durumun daha da vahim olduğunu göstermektedir. %2-3 arasında sabitlenen bir büyüme ve artarak büyüyen bir işsizlik, yani giderek çürüyen bir ekonomik yapı, AKP dâhil Türkiye’deki her siyasal iktidar için epey korkutucu bir seçenektir, hatta belki bir anlık kriz seçeneğinden bile daha korkutucudur. 2007-8’e kadar süren bolluk döneminde kavga etmeden geçinen büyük sermaye ile orta ölçekli sermayenin artan dalaşmaları da düşünüldüğünde Türkiye’de herhangi bir siyasal iktidarın hem sermaye fraksiyonları arasında (yani teorik tabiri ile iktidar bloğu içerisinde) hem de iktidar bloğu ile alt sınıflar arasında ekonomik hegemonyayı tesis edebilmesinin giderek esaslı bir mesele haline geldiğini söyleyebiliriz.

AKP’nin üzerinde durduğu ikinci zemin liberal demokratik modelle uyumlu bir İslami-muhafazakâr kültürel hegemonyanın yaratılması idi. Tabi an itibariyle bu iddianın yerinde yeller esiyor. 2007-8 dönemecinden itibaren bu iddia yerini hiç de hegemonik olmayan, dışlayıcı-bloklaştırıcı bir siyaset aklına bıraktı. Aslında “bu” da olurdu. Velakin geldiğimiz an itibariyle bu dışlayıcı-bloklaştırıcı kimlik, hırsızlıktan IŞİD destekçiliğine, derin devletleşmekten lüks saray güzellemeciliğine kadar bir dizi çelişik ögeyle donatılmış durumda. Üstelik bu hususların birçoğu İslami-muhafazakâr dünyanın –cemaat başta olmak üzere- önemli unsurlarıyla açık savaş içerisinde ortaya çıktı. Böylesine çelişki ve çatlaklarla malul bir kutuplaştırma denemesinin kültürel-ideolojik bir bloklaştırma ortaya çıkarması da zordur. Tam da bu nedenle aynı anda tutulabilen Kürt ve MHP’li seçmenler bu seçimde farklı yuvalara uçmuşlardır. Üstelik bu çelişkiler geriye kalan –ve aslında hiç de azımsanacak bir oran olmayan- %40 içinde de giderek çatlaklar oluşturabilecektir. Tüm bunlardan çıkan şudur: 2002’den itibaren AKP’nin politik önderliğinde şekillenen, 2007-8’de de önemli bir kırılmaya ve dönüşüme uğrayan sağ kültürel-ideolojik hegemonya projesi paramparça olmuştur. Artık İslami kimlik ile ahlaki kimlik arasında politik olarak kapatılması zor bir açı oluşmuştur. İslamcı olmak hırsız, zalim, ırkçı, kavgacı, kutuplaştırıcı olmaktan ayırt edilemeyecek, alelade bir kimliğe dönüşmüş durumda. Üstelik bu kimlik, MHP mahreçli sağını da etkisi altına alabildiğinden krizini bu cenaha da sirayet ettirmiş durumdadır.

Uzun lafın kısası, son 7-8 sene içerisinde yaşananlar Türkiye sağı açısından bir kültürel-ideolojik yıkım ve parçalanma ile sonuçlanmıştır. Bu, İslami-sağ-muhafazakâr insanların fikir ve kimliklerinden an itibariyle vazgeçtikleri anlamına gelmez elbette. Ama bu kimlikleri esas alan bir ideolojik tutarlılık ve sahicilik etkisini ayakta tutmak artık daha da zordur. İslami kesimin gazete ve dergilerinde yazan bazı entelektüellerin bu genel yozlaşmadan hareketle kapıldıkları yeis tam da bu duruma işaret etmektedir.

%1’i Aşmak

HDP’nin başarısını bu kriz çerçevesi içerisinde değerlendirmek gerekir. Gelinen nokta itibariyle mesele artık sadece “demokrasi mücadelesi” vermek değildir (ki elbette vermek gerekir). Mesele, bu genel krize soldan bir cevap üretebilmektir. Gezi sonrası konjonktürde, gerçek bir halk hareketi olmasının kendisine sağladığı tüm avantajları gayet başarılı bir şekilde kullanan, verdiği sinyaller itibariyle de kullanmaya devam edecek gibi görünen HDP buna aday bir aktör olarak artık sahnededir (başka anlamlarda zaten sahnedeydi). Sosyalist solun bazı bileşenlerinin yaptığı gibi bu durumu görmezden gelmek, yokmuş gibi davranmak veya geçiştirmeye çalışmak açıklanması oldukça zor bir durumdur, giderek daha da öyle olacaktır.

O veya bu koalisyonla sermayenin ihtiyaçlarına cevap üretmesi beklenen egemenler karşısında sınıfsal, toplumsal muhalefetin talep ve beklentilerine hızlı, etkin ve sadece parlamentoda değil, sokakta da cevap üretebilecek bir HDP, solun haznesine ait ideolojik, kültürel ögelerle donatılmış farklı bir “halk” stratejisini ikna edici kılabildiği ölçüde, Ümit Akçay’ın bu sitede en son yayınlanan yazısında işaret ettiği gibi, umulmadık düzeyde etkili olabilir. Merkez solun, merkez sağın ve sağın farklı versiyonlarının kültürel, ideolojik cephanelerinin ciddi ölçüde zarar gördüğü, ekonomik durumun durgunluk-çürüme doğrultusunda ilerlediği bir durumda bu olanak vardır. Bu ihtimale “bize ne canım, bizden çıkmıyor ki” diyerek sırt çevirmek siyasetle açıklanabilir bir tavır olmayacaktır.

Bu durum şu tarihsel soruyu gündemden çıkarmaz: Sosyalistler bu durumda ne yapmalı? Yine genelden başlamak gerekirse, öyle görünüyor ki 2008 sonrası ortaya çıkan kalkışmaların en genel etkisi ideolojik düzeyde olmuştur. “1980 sonrası” açısından temel kırılma bu olmuş, “solda, soldan” olmak yeniden ideolojik bir referans noktası haline gelebilmiştir. Bunun etkileri farklı ülkelerde farklı şekillerde tezahür etmiştir. Örneğin ABD’de Occupy hareketinden sonra New York’da ilk defa kitlesel bir 1 Mayıs yürüyüşü düzenlenmiş, bazı eyalet meclislerine “sosyalist” sıfatlı isimler girebilmiştir (“sosyalist” sıfatının ABD’de genel olarak akla uzaylıları getirdiğini unutmayalım). İspanya, Yunanistan gibi ülkelerdeki özgün durumlarsa bu ideolojik kırılmayı siyasal iktidar yönünde politik bir başarıya doğru ilerletebilmiştir. Fakat yine İspanya ve Yunanistan örneklerinde “onlar”a karşı “bizler” stratejisinin bazı açmazları da ortaya çıkmıştır. “Bizler” içerisinde farklı sınıfsal, toplumsal beklenti ve talepleri içerebildiği oranda politik alanda başarılı olabiliyor; fakat bu beklenti ve taleplerden bir tanesi adına çubuğu bükmek durumunda kalındığında zorluklar başlıyor. Yunanistan ve İspanya’da yaşanan ekonomik krizin boyutu bu türden karar anlarını zorladığı müddetçe ve zorladığı boyutta bu stratejinin sınırları da ortaya çıkıyor. An itibariyle Türkiye’de bu türden zorlayıcı, acil bir karar anı içerisinde değiliz. Bu nedenle daha şimdiden başlayarak HDP’yi buradan “vurmaya” çalışmak politik (ve etik) açıdan doğru olmayacaktır. HDP’nin başarısı Türkiye’deki ideolojik ve politik yeniden dizilim açısından solun lehine güçlü olanaklar sunmaktadır ve bunu küçümsemek olacak iş değildir.

Fakat öte yandan sosyalistlerin görevi toplumsal ve siyasal güç dengelerini bu karar anlarına doğru zorlamaktır. Bu nedenle “bizler” stratejisini geçerli kılan tarihsel konjonktürün en temel özelliğini akılda tutmak gerekir. Alex Callinicos, sol popülizm üzerine girdiği bir polemikte bu özelliği tarihsel bir perspektif içerisinde verirken gayet kafa açıcıdır:

Son 15 senede -özellikle de 1999-2005 ve 2010-2012’de- ortaya çıkan anti-kapitalist dalgalarda deneyimlediğimiz şudur: İşçi sınıfı mücadelesinin kalıcı bir kabarması bunlara eşlik etmiyor. Tarihsel olarak solun ilerleme dönemleri, işçi hareketinin kıyaslanabilir ileri hamleleri ile bir ortaklaşma ilişkisi içerisinde bağlantılı olmuştur: 1860 ve 1880’de, Birinci Dünya Savaşı ve Rus Devrimi sırasında, 1930’larda veya son yükselme olarak 1967-1976 döneminde. Fakat Seattle’dan itibaren geçen süreçte bu bağlantı ortaya çıkmamaktadır.

Başlangıç’ta çıkan birçok yazıda defalarca belirtildiği üzere, toplumsal ve siyasal muhalefet açısından dönemimizi karakterize eden temel özellik, işçi sınıfının örgütsel, kültürel ve ideolojik alanda güçsüzleşerek, toplumsal bir aktör olma kapasitesini yitirmiş olmasıdır. “Onlar”a karşı “bizler” stratejisini mümkün kılan, bu stratejinin potansiyellerini olduğu kadar, sınırlarını da belirleyen tarihsel özellik budur. Sosyalist hareketin görevi de buraya odaklanmak olmalıdır. Kürt Özgürlük Hareketi ve sosyalist hareket arasında olması gereken ilişkide tartışılması gereken mesele “örgütsel biçim” meselesi değildir. HDP’nin içinde, dışında, yamacında, bakışımlı vesaire şekilde kurulacak her türden örgütsel ilişki, sosyalist sol bu temel meseleye odaklanmadığı müddetçe havanda su dövmek anlamına gelecektir. Kürt Özgürlük Hareketine akıl öğretmeye soyunmadan, HDP’nin içinde veya dışında, emek hareketinin bir toplumsal aktör olmasına yönelik her türden katkıyı sunmaya odaklanmış bir sosyalist hareket kendi karakterini bulacak, işte o zaman Kürt Özgürlük Hareketi ile sahih ilişkiler geliştirmeye ehil bir politik aktör olacaktır. Metal sektöründe son dönemde üst üste yaşanan gelişmelerden hareketle kendisine bir rota çizmeye soyunmayan bir sosyalist hareketin ne ciddiyeti olabilir ki?

HDP, Türkiye’de yaşanan ideolojik kırılmayı belirli bir politik başarı düzeyine taşımayı başarmıştır. Sosyalistlere düşen bu ideolojik ve politik kırılmaları toplumun farklı kesimlerine doğru yaymak, ortaya çıkan bu yeni durumu sınıf hareketi içerisinde yaşanacak kırılmalara vesile kılmaktır. Üst üste gelen ve biçim itibariyle giderek militanlaşan işçi eylemleri bunun mümkün olduğuna dair güçlü sinyaller vermektedir.

Dün itibariyle Anayasa Mahkemesi, sendikal alandaki işkolu barajını –bağımsız sendikalar dâhil- %1’e indirdi. %10’u aştık, %1’i aşabilecek miyiz? Şu an için önümüzdeki temel soru budur.