Düzenin Krizini Emekçiler Lehine Büyütelim. Birleşelim.Direnelim. Kazanalım!

“Önümüzdeki seçim ve sonrasında Piyasa Tipi Faşizm’in yerleşik hale geleceği, olağan-olağanüstü olan ayrımının silikleşeceği, piyasaların kuralsızlığının hukuk ve devlet yönetiminde iyice belirgin hale geleceği, tümüyle yukarıdan yürütülecek kontrollü bir politik iç savaş benzeri manzaraların oluştuğu süreçler yinelenerek olağan hale geleceği bir dönemi yaşayacağımız görülüyor. Kontrollü/sınırlı politik iç savaş süreçlerini biçimsel bir demokrasi ortamında olağanlaştırılacak tespiti, ‘sivil’-‘resmi’ güçlerin, mafyöz, paramiliter, ırkçı, muhafazakâr-faşizan toplulukların sermaye çıkarları doğrultusunda emekçi ve ezilenlere karşı yeniden organize edileceği bir süreç gelmektedir. Yeni hukuk rejiminin inşası (özel yetkili mahkemeler), F-tiplerinin hızlıca inşası, biber gazı, gaz bombası kullanımının yaygınlaştırılarak kanıksatılması, işçi sınıfının bir bileşeni olan özel güvenlik çalışanlarının emekçiye karşı savaşın bir unsuru olarak tahkim edilmesi, iç güvenlik paketiyle polis ve güvenlik aygıtının diğer dişlilerinin kuşanacağı yeni yetkilerle birlikte düşünülünce önümüzdeki dönemin aygıt ve birliklerimizi koruma dönemi değil, acil önlemler ve barikatlar oluşturma dönemi olarak görülmesinde devrimci siyaset açısından büyük fayda vardır. Bu bağlamda sınıf ve kitle mücadelelerinin içindeki bir kitle savunma çizgisi üretilmesinde fayda vardır.” ( http://baslangicdergi.org/krizin-muhalefeti-ya-da-muhalefetin-krizi/)

Yukarıdaki alıntının geçtiği yazı seçimden önceki Mart ayında yayınlandı. Kısa zaman dilimi içerisindeki siyasal gelişmeler yazının içeriğini bir hayli teyit etti. Ancak güncel politik görev tarifi açısından bir dizi ekleme yapmak aciliyet arz ediyor.

Neoliberal otoriterizm, piyasa tipi Faşizm, sömürge tipi faşizm, faşist diktatörlük, sermaye diktatörlüğü, tekelci polis devleti, Bonapartist diktatörlük vb., bugünkü rejimi tanımlamak için ne dersek diyelim yine de yaşanan durum eski kitaba uymayan yanlar taşıyor. Söz konusu tanımlamalar ya da onların sağına soluna yeni sıfatlar koymak maddi yaşamda kitlelerin mücadelelerinin mobilizasyonunu sağlamaya ve yönlendirmeye yetmediği gibi mücadeleyi kolaylaştıran olanaklar da temin etmiyor. Çünkü rejimin adından ziyade nasıl işlediği ve güç ilişkilerini nasıl organize ettiği esastır.

AKP’li ya da AKP’siz, “piyasa tipi faşist devlet” pratiklerinin yukarıdan ve sınırlı politik iç savaş pratikleriyle sürdürüleceği bir dönem içindeyiz. Bu süreç aynı zamanda geçici olarak parlamenter siyasetin devre dışı bırakabileceği dinamikleri de içinde barındırıyor. Özelde tekelci burjuvazinin genelde egemenlerin kısa vadede içinde oldukları ideolojik-politik krize herhangi bir çözümü geçici de olsa üretme olasılığı görünmüyor. Yeni bir anayasanın ise ne yazık ki -bu hakikati en çok “yetmez ama evet”çiler görmezden geldi ve bugün yaşanılanların başlıca sorumlularındandır kendileri- bu dönemde de yine halklara kanlı bedeller ödettirilerek yazılabilmesi mümkün görünüyor.

Önümüzdeki dönemde üç moment çatışmalı ve kritik olacak gibi gözüküyor. Suriye’deki iç savaş ve dengeler, sonbaharın başında Musul’a yönelik olası hamle ve İncirlik’in de ABD’nin kullanımına açılmasıyla birlikte Türkiye’deki çatışmalı ortamı dış dinamiklerle daha da derinleştirebilir. Mevcut ekonomik durgunluğun yeni bir erken seçim olsa bile mevcut siyasal krizle örtüşme sürecinin çakıştığı konjonktür ortamı daha da gerecek diğer bir moment. Bu iki momentin etkileyeceği süreç 2017-2018’deki yeni metal sözleşmesi döneminde toplu sözleşmenin tıpkı Metal Fırtına’dan önceki gibi kolay bağıtlanamaması ve bunun diğer iş kollarına yayılma potansiyeli gibi durumlarla birlikte değerlendirilince önümüzdeki iki-iki buçuk yıllık döneme oturan devrimci siyaset düzlemini tanımlamak görece kolay hale geliyor.

Peki dönemin görece olumlu yanlarından bahsedilebilir mi? Ezilen kesimler ve emekçiler açısından egemenlerce inşa edilen faşizan iklime rağmen seksen sonrasının en umutlu olunması gereken dönemindeyiz belki de. Ancak umutlu olmak bizler açısından her şeyin kendiliğinden iyi olacağı gibi bir optimizme saplanmak anlamına gelmemeli. Umut, krizden ve savaştan fırsat çıkarma pragmatizmi de değil kuşkusuz. Ne var ki devletin ve sermayenin özellikle ezilenler, sosyalistler ve Kürtler üzerinde yarattığı baskı ve zor gittikçe artarken Gezi’den bu yana gelişen potansiyelleri de görmek zorundayız. Gezi deneyimi, önemli oranda kendiliğinden ortaya çıkan grevler, çevre ve kadın hareketleri gibi farklı muhalif biçimlerinin gelişmesi ve son seçimlerdeki dinamik toplumun politikleşmesine vesile oldu, oluyor. Sermayeye, sermaye sendikalarına, devlete, milliyetçiliğe ya da ırkçılığa karşı kırılmaları da görmek zorundayız. Sorumluluklarımızı nesnel duruma uygun biçimde tanımlamak için yaşananları da nesnel biçimde kavramalı ve olanakları-olanaksızlıkları birlikte değerlendirmeliyiz. Umut da bu devrimci sorumluluğun yerine getirilmesi ve toplumsal karşılığını bulmasından ibarettir.

Doksanlarda devrimciler sokakta neredeyse yalnızdılar. O zaman cunta politikaları karşısında demokrasi mücadelesi başlığı altında toplanan mücadelelerin tüm yükünü çok büyük oranda devrimciler sırtlanmak durumunda kalmıştı. Bugün ise devrimci sosyalist örgütlerle doğrudan bir bağı olmayan “demokrat” kesimler kendi kararlarını alıp bunları eylemli bir şekilde hayata geçirdikleri pratiklere sahipler. Ekoloji mücadelelerinden kadın hareketine, kent hakkı ve sosyal haklar mücadelelerinden etnik, dinsel, kültürel talepler çerçevesinde milyonların hareketliliğinden söz etmek mümkün. Ancak devrimciler bu toplumsal hareketlilik çerçevesi içinde ideolojik-politik bir öncülükten ziyade bu demokrat görevler yumağında örgütsel parselizasyon işleriyle uğraşmayı tercih ediyor. Oysa artık bu tutuma son verilmesi gereken bir döneme giriyoruz. Dönem ve durum değişirken eylemin ve örgütlenmelerin muhtevalarının da yeniden tanımlanması gerekiyor. Devrimciler ve demokratlar arasında bir görev ayrıştırmasına ihtiyaç var. Görevin ayrıştırılması olarak ifade ettiğimiz şey kuşkusuz devrimcilerin somut olarak bu alanlardan çekilmesi çağrısı değil, varoluş tarzlarını güncel biçimde değiştirme çağrısıdır. Bugünün mücadelesinin hakkını verebilmek için devrimciliğin ve demokratlığın görevlerinin ideolojik bir bütünlük içinde ve ayrı ayrı tanımlanması gerekiyor.

Toplumsal muhalefete yönelik devlet ve sermaye baskısı artarken ve sermaye devletinin açıkça halk düşmanı bir tarzda örgütlendiği bir dönemde halkın her açıdan kendini koruma arayışına politik örgütsel olarak yanıt verecek bir konumlanışa geçmek gerekiyor. Bu manada halkın, işyerlerinde mücadele eden işçilerin, üniversite ve liselerdeki gençliğin en yerel birimlerden başlayarak sokak sokak mahalle mahalle, işyeri işyeri, okul okul örgütleyecek bir politik örgütlenmeye gitmeliyiz. Bu sadece bir çizginin ya da politik bir grubun değil solun mümkün bütünlüğünün önayak olabileceği bir tarzı şart koşar. Kuşkusuz bu örgütlenmeler militer bir tarzı üretmek için değil, tam da onu işlevsiz kılacak yaratıcı kitlesel öz savunma pratikleriyle doğrudan demokrasiye dayanan ve ezilenlerin tüm sorunlarının kendi karar ve eylemleriyle çözebildikleri öz yönetim organlarının bir işlevi olarak şekillenirse daha büyük bir anlam taşıyacaktır.

Mevcut durumun karşısında hâlâ kısa yolları arayan kimi siyasal yaklaşımlar[1] seçim sürecinden beri CHP ve HDP’yi uzlaştırmayı esas görevleri sayan bir zeminde hareket etmeye çalışıyor. Kemal Kılıçdaroğlu başkanlığından itibaren CHP “sol” ve söylemleri programatik bir temele henüz oturtmadan giderek artan oranda kullanmaya, düzen içi bir siyasal hattı ve sosyal liberal bir programı temel alarak, biçimsel olarak sosyal demokrat bir hatta oturtmaya çabalıyor. HDP’nin sahip olduğu radikal demokrat programın ise ideolojik dolayımları Rojava’daki kanton pratikleriyle bölgedeki faşist despotik devletleri ve siyasal hareketleri dağıtmak geriletmek noktasında gayet devrimci bir işlev görüyor. Yine son süreçte Silopi, Varto gibi ilçelerden başlayıp yayılan özyönetim ilanlarının arkasında böyle bir devrimcilik işlevi var. Ancak bu programın toplamda kapitalist düzen sınırlarında olduğunu unutmamak lazım. Tam da bu yüzden Kürt özgürlük mücadelesinin kendi ihtiyaçları ve hedefleriyle devrim ve sosyalizm mücadelesinin ihtiyaçları ve hedeflerinin bir bakıma ayrı ve bir bakıma ise birlikte olduğu noktaları doğru tanımlamak ve karşı karşıya koymadan ele almak gerekir. Bu doğrultuda acil görev, hem sosyal demokrasinin programıyla hem de radikal demokrasinin programıyla sosyalizm ve komünizm programını çarpıştıracak tavizsiz bir ideolojik mücadele içinde olmak ve de devrim sosyalizm mücadelesini program dolayımlarıyla birlikte somut bir toplumsal kurtuluş projesi olarak tanımlamamızdır. Ancak bu görevin gerçekleştirilmesi ile toplumsal çelişkileri, ilericiler-gericiler ve Kürtler diye tanımlanan blokları yatay olarak bölecek şekilde, işçi sınıfı öncülüğünde bir tarihsel blok inşa edilebilir.

Yukarıda tariflenen görevin bir bileşeni olarak, “batı”daki devrimci sosyalist güçler tarafından ulusalcı olmayan, liberal olmayan, şovenist olmayan, emek zemini ve sosyalizm bayrağı etrafında bir araya gelmiş bir birleşik zeminin inşası acil bir görev haline gelmiş bulunmaktadır. HDP’nin olumlu olarak geliştirdiği sol program ile sosyalist program arasında sağlıklı ve geliştirici ilişki ancak böyle bir zeminin varlığı sayesinde kurulabilir. Yine bu görevin doğrudan ya da dolaylı bir uzantısı olarak farklı farklı kümelerle de olsa ortaklaşılmış ilkeler ve programlara dayanan emek, gençlik, kadın, ekoloji ve benzeri farklı tür çalışmaların bulunduğu alanlarda ortak zeminler oluşturmak da bu görevin bir parçası olarak görülmelidir.

Son olarak, Lenin’in dediği gibi azız ama milyonlar olacağız. Bu iddia ve cüretten hareket edince, bildiklerimizin yanlış olabileceğini, mevcut durumdan öğrenmek gerekliliğini kabul edersek buradan bir gelişme düzeyi yakalayabiliriz. İdeolojik-politik bir odak olarak buna ilgi gösteren siyasal özneler toplamının, bunların bileşkesinin ortak davranışının programatik düzeyde bu tür bir arayışla kendisini buluşturabildiği oranda iradenin iyimserliğine dayalı siyasal gelişmelerin yaşanacağını varsayabiliriz.

[1] Benzer başka bir yaklaşım Gezi’de çok sayıda insanın Türk bayrağı ve Atatürk resimleri taşımasını “demokratik” ulusalcılığın kitlesel bir gelişme içinde olacağı dolayısıyla İşçi Partisi gibi güçlerin büyüyeceğini öngörüp buna set çekmek için “solu bayrakla barıştırmak” gibi söylemler ileri sürüp bu alandaki varsayılan yönelimi programatik ve örgütsel barikatlarla “sol”da tutmak gibi yanlış bir çizgi türetmişti. Devrimci Yol tandanslı “ Anafikir” ile bu anlayış neredeyse tüm güncel konularda ortaklaşmış gözükmektedir.