“Faşizm”in Halleri ve Muhalefet Olanakları

Türkiye’de faşizmin olup olmadığına dair yapılagelen tartışmaların merkezi temalarından birisi de faşizmin kitle dinamiği ile ilgilidir. Bir görüş, Türkiye’de yaşanan olağandışı rejimin faşist olarak nitelendirilemeyeceğini, zira Türkiye’de, batıda olduğu gibi kitle terörizmine dönüşen, reaksiyoner bir kitle hareketinin –yani aşağıdan- gelen bir faşist hareketin bulunmadığını vazeder. Ağırlıklı olarak sömürge tipi faşizm anlayışından beslenen diğer görüş ise, bu eksikliği tam da Türkiye gibi ülkelerdeki faşizmin özgün bir niteliği olarak görür. Buna göre Türkiye gibi ülkelerde faşizm yukarıdan –yani devlet tarafından- manipüle edilir, faşist kitle hareketi de o sınırlar içerisinde kalır.

Tartışmanın tek parametresi bu değil elbet, bu nedenle bu konu açıklığa kavuşturulduğunda Türkiye’de faşizmin olup olmadığına en nihayetinde karar verecek değiliz. Faşist bir hareketin ve rejimin neye binaen yükseleceği, ortada –yine klasik batı örneklerinde olduğu gibi- yenilmiş bir işçi sınıfı hareketinin veya bir genel kriz halinin bulunup bulunmadığı gibi farklı alt başlıkları da kapsıyor bu tartışma. Fakat kitle dinamiğinin olup olmadığı veya rejimin kitle ile kurduğu ilişkinin niteliği gibi konular önem arz ediyor. Zira Türkiye’deki rejimin faşist olup olmadığını bir terminoloji sorunu olmaktan çıkarıp, kritik bir strateji sorununa dönüştürecek olan temel meselelerden birisi bu.

6-8 Ekim olaylarının geçtiği dönemde yine bu sitede şunları yazmışız:

“Türkiye’de ‘ha’ deyince pogrom gerçekleştirmeye hazır bir kitlenin potansiyelini görmekten [geri durmamalıyız]. ‘Nasıl olsa yukarıdan yönlendiriliyorlar, AKP vanayı kesince bunların da gazı iner’ gibi bir rehavet çizgisine asla kapılmamamız gerekiyor. Bu potansiyel kendisini farklı şekillerde ortaya koyacaktır. Anadolu şehirlerinde vurucu AKP-MHP ekipleri görünümünde, İstanbul’da son dönemde sokak eylemleri gerçekleştiren ırkçı-Turancı çeteler üzerinden, üniversitelerde çeşitli ‘otonom’ İslamcı gruplar nezdinde, hatta bazı durumlarda ‘toplumsal olaylardan zarar gören rahatsız esnaf’ güruhu biçiminde  ‘aksiyoner faşizm’ günlük siyasetin bir bileşeni haline gelebilir, gelmeye başlamıştır. Bu mevzuyu ‘vana’ metaforu üzerinden düşünmek bizleri bu konuda siyaseten atıllığa sürükleyebilir.”[1]

Bugün geldiğimiz aşamada durum bunun tam tersi gibi görünüyor. Saray’ın merkezinde bulunduğu siyasal gücün Türkiye’ye giydirmeye soyunduğu rejimin nitelikleri bu konuda –faşist kitle dinamiği hususunda- bizleri yeniden düşünmeye sevk etmeli. Bu rejimin iki temel ayağı var: Kürt bölgesini asker-özel harekat üzerinden müstemlekeleştirmek ve batıyı (metropolü olarak da okuyabilirsiniz) polis-yargı yoluyla zapturapt haline almak. Yani devletin zor aygıtlarının neredeyse bütününün işlerlik kazandırıldığı bir rejim söz konusu. Devletin merkezi otoritesini elinde bulunduran bir siyasal güç, yasallığı devre dışı bırakarak, baskı aygıtları üzerinden fiili bir yönetim sergiliyor.

Fakat gerek müstemleke haline getirmeye gerek polisiye tedbirlerle zapturapt altına almaya giriştiği bölgelerde herhangi bir sokak-kitle gücünü devreye sokmuyor. “Bu Osmanlı Ocakları ne iş?” diye sormaya başladığımızda bizzat Saray üzerinden gerçekleşen bir operasyonla “hareketin” önü alınıyor. Üniversitelerde baş gösteren yeni İslamcı militanlık ise henüz 1990’lardaki haliyle dahi faşist hareketin seviyesine ulaşmış değil. Gerçi 8 Eylül 2015’te yaşandığı gibi faşist kitle dinamiğinin –kelimenin tam manasıyla- hortladığı örnekler de yaşanmıştır. Fakat 1990’larda Kürt Özgürlük Hareketine karşı bölgede yürütülen savaşta olduğu gibi, batıda faşist hareketin sokakta kitlesel ve aktif bir destek ve popülerlik kazanması şu an için söz konusu değil. Şu anda yürütülen savaşın niteliği daha üst bir düzeyde olduğu halde (veya tam da bu yüzden) batıda tam bir kayıtsızlık söz konusu. Hani kendimize kızıyor ve kahrediyoruz ya “batıdan hiçbir ses veremiyoruz” diye, resmin büyüğüne baktığımızda da bir ses yok. Operasyonları destekleyenler bile gündelik ritimlerini bozmadan destek veriyorlar. Batıda tam anlamıyla bir kayıtsızlık söz konusu. Öyle görünüyor ki Saray güçleri, destekleyici nitelikte de olsa bir kayıtlı olma haline, operasyonların arkasına dizilen bir kitle mobilizasyonuna çok ihtiyaç duymuyorlar ya da tercih etmiyorlar. Aksine kendilerini giderek son derece devlet aygıtı odaklı bir şekilde tahkim ediyorlar. Giderek daha fazla asker-polis-yargı sacayağına oturuyor. Bu geniş bir toplumsal arka planı olmadığı anlamına gelmiyor. Aksine, meseleye yaratılmaya çalışılan başkanlık projesi çerçevesinden baktığımızda, örneğin, Rusya ile yaşanan uçak düşürme krizinin Saray’ın izlediği politikaların, bir kısım CHP’liyi de içerecek şekilde meşruiyet zeminini artırdığını görüyoruz. Dış politikada battıkça iç politikada partiler üstü bir zeminde meşruiyet yaratabilen garabet bir durumla karşı karşıyayız.

Bu durum –bir yandan ve ilk elde- bizler açısından gayet zor ve olumsuz şartlar ortaya koyuyor. Zorluğun merkezinde devletin baskı güçleri ile karşı karşıya olmamız var. Devletin çeşitli dönemlerde sivil faşist-reaksiyoner güçlere işlerlik kazandırması toplumsal ve siyasal muhalefet açısından zor, fakat hamle yapılabilir bir durum yaratır. Şu anda böyle bir durum söz konusu değil, devletin çıplak baskı aygıtlarıyla yüz yüzeyiz. Ve öyle görünüyor ki bundan sonra adımımızı nerede atarsak atalım yüzleşeceğiz. Örneğin, ahval ve şerait böyle giderse, artık salt “alan çalışması” diye bir şey giderek zorlaşacaktır. Her “alan çalışması”nın devletin baskı aygıtlarının merkezinde olduğu bu olağandışı rejimin kayalıklarına çarpması olağan durum haline gelecektir.

Mevcut güçler dengesi içerisinde Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu sert kabukla baş edebilme kapasitesi vardır ve hareket bu kapasiteyi kendi belirlediği strateji çerçevesinde kullanmaktadır. Aynı şeyi batıda sosyalist sol için söylemek pek olası değil.

Öyleyse ne yapmalı? Siyasal alan açmalıyız. Haziran seçimlerinde HDP’nin deneyip başardığı, Kasım seçimleriyle Saray’ın karşı hamlesiyle kapadığı, yaşanan savaş konjonktüründe CHP-MHP gibi ana akım devlet partilerinin tamamen sıklet dışı kaldığı mesele budur: Siyasal alan açmak. Bir yandan karşımızdaki siyasal gücün siyasal meşruiyet alanını daraltmaya yönelik geniş, popüler ve karşı-meşruiyet alanları oluşturacak siyasal bir süreci örgütlemeliyiz. İktidar tarafından ülke gündemine bir müstemleke düzeyinde eklemlenmeye çalışılan Kürt halkının, taşeron işçilerin ve çocukları merdiven altı atölyelerde çalıştırılmaya başlanan Suriyeli göçmen ailelerin taleplerini eşit ve özgür yurttaşların dayanışmasını esas alan bir haysiyet ve demokrasi projesinin siyasal sözcülüğüne soyunmalıyız. Diğer yandan da böyle bir siyasal hareketin ayağını basacağı toplumsal alanların kendi kadrolarını oluşturmasına yönelik bir derinleşme perspektifi ile çalışmalıyız.

Aslında görevimiz daha önce de buydu. Kürt Özgürlük Hareketinin yaşanan konjonktürün özgünlüklerine bağlı olarak yüzünü daha fazla “bölgeye” dönmek durumunda kaldığı ve Saray’ın metropolleri polis-yargı gücüyle zapturapt altına aldığı mevcut durumda yine bu. Daha zor, hatta çok zor bir şekilde “bu”.

Sıkletimiz düşüktür, cephanemiz azdır. Doğru. Fakat unutmayalım: Kendisini giderek daha fazla devletin zor aygıtlarına bağlayan bir rejim kırılgandır da. Saray güçleri olağanüstü hal siyaseti sayesinde yürüttüğü baskı ve yıldırma pratikleriyle toplumu sersemleterek siyaset yapmaktadır. Bu nedenle devamlı suretle kitlelerin pasif destek ve rızalarını almaya yönelik kriz durumlarını, olağanüstü halleri imal etmek durumundadır. Böyle bir siyasetin sürdürülebilirliğinin sınırları olacaktır. Meşruiyet oluşturma kapasitesi olsa da hegemonyasının devamlılığında çatlaklar oluşacaktır. Dolayısıyla siyasal muhalefetin yapması gereken, Saray’ın meşruiyet oluşturma taktiklerine takılı kalmak yerine, hegemonya alanlarına taarruz etmek, yığınağı mümkün olduğunca buraya yapmaktır.

Birinci Dünya Savaşının ümitsiz konjonktüründe “barış, toprak ve ekmek” ne demekti? Düşünelim.

 

[1] Ahmet Bekmen, “Türkiye 90’lara Dönmüyor”, http://hayaletkomite.org/index.php/turkiye-doksanlara-donmuyor-ahmet-bekmen/