Türkiye Solunun Tükenmeden Önce Seyrettiği Son Film: Kâinat İmamı Reise Karşı

15 Temmuz sonrası çok pespaye analizler okudum bizim cenahta. Ama açık ara en beterleri “Erdoğan darbeden çok güçlenerek çıktı, şimdi siyasi hedeflerini rahatça gerçekleştirecek” kümesine girenlerdi. Neyse ki milli mutabakat arayışı ihtiyacı bu yenilgici analizleri şimdilik susturdu. Bu türden analizlerin kanımca en kötü yanı bunların bütünüyle yanlış olmasına rağmen hakikaten reisin nihai olarak siyasi hedeflerine ulaşma ihtimalinin göz ardı edilemeyecek olması. Ama bu ihtimal eğer gerçekleşirse (başka pek çok faktörün yanı sıra) pespaye analizlerimiz üzerine kurulu yakın gelecekteki siyasi tercih ve hamlelerimizin sonucu olarak da gerçekleşecek. Bu tür analizler yarattıkları siyasi ataletle kendi kendini gerçekleştiren kehanet haline geliyorlar. Dolayısıyla doğru analizlere ihtiyacımız var; örgütsel konforlarımızı tehdit ediyorlar diye olguları görmezden gelmediğimiz Türkiye’deki devrimci ve sosyalist geleneğin temel değerlerine yabancılaşmayan analizlere.

15 Temmuz’da ne oldu? Soyutlarsak “iki İslamcı blok birbirine girdi, biri kırıldı” deniyor. Ben ortada sadece bir tane toplumsal blok görüyorum. İlki bir kişi kültü etrafında toplanan milliyetçi mukaddesatçı Anadolu sağcılığına dayalı ; içinde Suriye savaşında eğitilmiş mezhepçi ve/veya MHP’den tevarüs edilmiş yerel mafyöz operasyonel unsurların da olduğu dolayısıyla sokağa hamle edebilecek bir toplumsal blok. Karşısındaki ise kesinlikle toplumsal karşılığı olan bir ekip ya da dava değil, komünizmle mücadele günlerinden beri Atlantikçi güvenlik mekanizmaları ve onun Türkiye’deki uzantıları tarafından kollanan, toplumu değil devleti kontrolü hedefleyen mehdici bir kabal. Bu kabal 12 Eylül’den sonra semiriyor. AKP iktidarında ise ideal ortamı bulan bakteriler gibi geometrik bir biçimde büyüyor, bu defa AKP tarafından iyice semirtiliyor. Ekonomik ve politik gücü sayesinde toplumsal etkisi var ama hatırı sayılır toplumsal desteği yok. AKP ile aynı mahalleden insan devşiriyor. Tam da bu yüzden hapishanelerin önündeki insanlar 15 Temmuz’da sokakta olduklarını söylüyorlar ve hiçbiri içerideki yakınının bir “dava”sından bahsedemiyor. Ortada “haklıyız ya da çocuğum haklıydı” diyen kimse yok.

Dolayısıyla ortada bizlerin dışarıdan keyifle seyredebileceğimiz ikisi de birbirinin aynısı iki taraf arası bir it dalaşı yoktur. Bu Atlantik beslemesi mehdici kabalın hedefine ulaşamaması iyi olmuştur. Hedeflerine ulaşsalardı üç aşağı beş yukarı şimdikine benzer bir otoriterizm olurdu denemez. Bunu da her darbe demokratik idareden kötüdür” gibi bir klişeden dolayı söylemiyorum. Çünkü belli bazı toplumsal konjonktürlerde askerler tarafından özellikle emir komuta zinciri dışında gerçekleştirilen kalkışmalar pekâlâ desteklenebilir. Nitekim 25 Nisan 1974’ü (Portekiz Karanfil Devrimini başlatan askeri kalkışmanın olduğu gün) hayırla yâd ediyorum ve başka tarihsel örnekler de verilebilir. 15 Temmuz’da atlatılan varta büyüktür, arkasında ise sıvılaşmış bir devlet mimarisi bırakmıştır. Sermaye devletinin kurumları zayıftır. Tam da bu yüzden bir kişi kültüne dayanarak kitleler haftalarca sokağa çağırılmışlar ve siyasal yelpazenin kimi kesimleri ile milli mutabakat pazarlığı yapılmış ve yapılmaktadır. Bu ortamda Saray rejimine karşı mücadele ise (ki bu mücadele söz konusu sağcı toplumsal bloğu dağıtma görevini de içerir) hâlâ ortada duran, önceliğini koruyan ve siyasetle ahlakçılığı birbirine karıştırdığımız için bir türlü hakkıyla yerine getiremediğimiz bir görevdir. 15 Temmuz sonrasında ise 15 Temmuz olmamış gibi davranarak yerine getirilebilecek bir görev zinhar değildir ve bu yazının konusu da budur.

Milli mutabakat atmosferinin uzun erimli olamayacağı öngörülebilir. Fakat bu, milli mutabakat çabasının şu an için sahici olduğu gerçeğini değiştirmez. Türkiye’de sermaye sınıfının bir toplumsal muhalefet ihtimaline karşı buna ihtiyacı vardır. Sıvılaşmış devlet mimarisinin yeniden işler hale gelmesini sağlayacak yüksek bürokratlar ağaçta yetişmediğinden kısa vadede sermaye devletinin de buna ihtiyacı vardır. Öyle ki cezaevlerinde yıllarca haksız yere yatırdıkları ulusalcı ya da Avrasyacı subaylara şimdi filotillalar teslim edilmektedir. Solcu teorisyenlerin onca uyarısına rağmen Yenikapı’ya giden Kılıçdaroğlu’na parti içinden ve tabanından teessüfün ötesinde bir eleştirinin olmadığının farkında olmak gerekir ve bu sebepsiz değildir. CHPliler de atama beklemekte ve hatta almaktadır, bayrak mitinglerine aşina CHP tabanını milli mutabakat havası şu an için bozmamaktadır. CHP fantezisiyle yaşayanlar, gerçek CHP yerine muhayyel bir CHP üzerinden analizlerini yapıyorlar.

Küresel olarak yalıtılmış Saray rejiminin ise dışarıyla yeniden pazarlık için milli mutabakata ihtiyacı vardır. Milli mutabakat için pazarlık sürmektedir. Lâkin işler bu hafta yürüyebilir ama gelecek hafta için kimse garanti veremez. Zira her yönden sıkıştığı için Saray’ın pazarlık marjı yoktur. Sembolik jestlerle ve küçük ödünlerle özellikle CHP’yi ne kadar oyalayabileceği meçhuldür. Mehdici kabalın AKP içinden temizlenmesine dair daha hiçbir adım atılmadığı da unutulmamalıdır. Bu konuda başbakan bir genel af önerir gözükmektedir ancak reisin buna fit olup olmayacağı şimdilik belirsizdir. AKP içinde tasfiyenin şok dalgalarının bu kırılgan ortama fazla geleceğinden korkulduğu ortadadır.

Saray devlet idaresi ve kendi kadroları açısından bu kadar zayıfsa sadece (kimilerinin ima ettiği gibi) CHP genel merkezinin (ve ulusalcıların) öngörüsüzlüğü, cüret eksikliği ya da “sağcılığı” mı solun şu durumda siyaseten bu kadar etkisiz olmasının nedenidir? CHP tabanını CHP genel merkezinden bile daha iyi tanıyan, üç ülkede askeri ve siyasi faaliyet yürüten Kürt Özgürlük Hareketi’nin düştüğü yanlışlara asla düşmeyen bizim cenahın teorisyenlerine halkımız niye kulak vermemektedir?

Ne kadar zayıf olursa olsun reisin bir alandaki kuvveti emsalsizdir: Demokratik meşruiyet. Burada demokrasiyi liberal temsili demokrasi anlamında değil, kadim Elen kent devletlerinde kullanıldığı anlamıyla kullanıyorum. Zira reisin liberal temsili demokrasinin ilke, kural ve kurumlarıyla bir işinin olmadığı ortada. Demos, sıradan halk, Aristo’nun dönemin tüm seçkinleri gibi pek güvenmediği o toplumsal kesim, kimi zaman çeşitli siyasi önderleri büyük bir coşkuyla takip eder. Demagog sözü zaten bu liderleri ifade eder, hatta bunlar için Tiran ifadesi de kullanılır. Gene de St. Croix ya da E. M. Wood gibi çok farklı geleneklerden Marksistler dönemin seçkin zümresinin sözcülerinin bu insanlara dair tespitlerine dikkatli yaklaşmamızı salık verir. Ne olursa olsun yüzde 60 mahallesinde Erdoğan’ın gücü geçmiş hiçbir sağcı siyasetçiyle kıyas kabul etmez. Onun gücü burada yatmaktadır, o zaman mücadele de bunu dikkate alarak verilmelidir. Tam da bu noktada kanaatim odur ki televizyonları itirafçı ve muhbirlerin ifrazatı kaplamadan önce seslerini duyabildiğimiz çeşitli kumpas mağdurlarının kendi meselelerini anlatarak AKP iktidarına çaktığı söylem, Batılı kurum ve kanaat merkezlerinin temsili liberal demokrasinin buradaki işleyişi konusundaki sert eleştirilerinin tercümesine dayalı söylemden çok daha etkili olmuştur.

Öyleyse konuyu biraz daha açalım. 15 Temmuz olmamış gibi yapmayan, en öne halkın güncel ve pratik sorununu koyan, kuvvetler ayrılığı, yasama dokunulmazlığı, laiklik gibi soyut siyasal ilkeleri de halka değen somut mevzular olarak gündemleştiren ve tabii ki memleketin devrimci ve sosyalist geleneğinin yarım asırda yarattığı değerleri unutmayan bir siyasi hat nasıl mümkün olacak? Buna bütünlüklü bir yanıt verecek olsam böyle yazılar yazmakla uğraşmam. Bununla birlikte bir iki noktayı belirtmeden geçemeyeceğim.

15 Temmuz’dan sonra, “NATO’dan çıkalım, İncirlik kapatılsın” gibi doksanların başında devrimcilerle ilk defa tanıştığımda kafama kazınan söylemlerin kimilerince bu dönemde öne çıkarılmamasını aklım almıyor. Anlıyorum tabii, “ikisi de Amerikancı iki İslamcı eşdeğer blok birbiriyle çatışıyor” deyince darbeye Atlantikçi güvenlik kurumlarının hiç değilse neocon kanadının tam destek verdiğini, şu an iktidarda olan ekibin ise en iyi ihtimalle tarafsız kaldığını Gülen cemaatinin bizzat bir Soğuk Savaş projesi dolayısıyla doğrudan Atlantik imalatı olduğunu görmek mümkün olmuyor. Ilımlı İslam’a Gülen üzerinden tutunan tövbekar Milli Görüşçülerin Gülen’den farklı olarak şimdi Rusya’ya yönelik yaptıkları gibi bir manevra alanına sahip olduklarını unutuveriyoruz. Öngörü tespitin yerini alıyor: “o manevradan bir şey çıkmaz”. Evet çıkmaz. Ama bu manevranın şu an yapıldığı ve kamuoyunda karşılığı olduğu gerçeğini değiştirmez. O durumda da kamuoyu tam da bu konuları konuşurken iyi ezberlerimizi de unutuyoruz, solla özdeşleşen sloganları ulusalcılara daha da beteri sağcılara terk ediyoruz. Hatırlayalım Johnson mektubu bir “milli” meseleyle alakalıydı ve halkımızı antiemperyalist yapmamıştı. Amerikan düşmanı yapmıştı. Devrimcilerin ve sosyalistlerin siyasi müdahalesi ve mücadelesi o tepkiyi (ne kadarsa o kadar) antiemperyalist bir yönelime soktu. “NATO karşıtlığını fazla kaçırırsak reisçi mi oluruz” diye kendi abdestinden şüphelenen bir sol bu ülkenin devrimci geleneğinin mirasçısı olamaz. Bu noktada darbeciliğe karşı vicdani ret hakkının da gündemleştirilip talep haline getirilmesi gerektiğini belirtmek isterim.

Bir başka nokta eğitim konusunda. Açık ki cemaat yapılanmasının güçlenmesinin motorunu eğitim alanındaki yaygınlığı sağlıyor. Seksenlerin ortasından itibaren bunların önce dershaneleri sonra da Yamanlar Koleji gibi özel okulları itibar kazandı. İyi bir üniversiteye girebilecek başarılı yoksul çocukların neredeyse hepsi bunlara o zamanlar bir temas etmiştir. Dershanelerde isteyenin namaz kılmadığı ama onlarla daha az ilgilenildiği söylenirdi. Kurdukları okullar ise pekâlâ modern eğitim kurumlarıydı. O çocukların Türkiye’de sınıf atlamanın en kesin yolu olan iyi bir eğitim alma fırsatı için bu cemaate duyduğu minnettarlığının nasıl canavarca kötüye kullanıldığı ortada. Solcu falan olmayan Ersan Şen hoca bile devlet parasız yatılı okullarının Özal döneminden itibaren önce zayıflatılıp sonra da neredeyse ortadan kaldırılmasının bu yapılanmanın önünü açtığını dolayısıyla böyle devlet okullarının yeniden kurulması gerektiğini belirtmişken bizlerin parasız eğitim talebini en başa yazmamamız hem de laik eğitimden bahsediyorken anlaşılır değildir. Parasız eğitim mücadelesi üniversitedeyken beni ve kuşağımdan pek çoklarını hareketin içine çeken faktördü. Seksenlerde orta öğretimde hâlâ devletin Fen ve Anadolu liseleri özel okulların hepsiyle kapışırdı, neo-libaral politikalar bunları bitirdi. Bugün insanlarımız çocuklarını kendi cebinden okula gönderemediğinden bu cemaatlerin himmetine muhtaç. İmam hatip ya da değil onların derdi çocuklarını okutmak. Örneğin Yamanlar Koleji imam hatip değildi; solla özdeşleşmiş parasız eğitim talebi laik eğitim talebinden daha mı değersizdir?

Son bir nokta kamu idaresinden bu yapının temizlenmesine dair. Tabii ki ortada sızma yok. Hiç değilse AKP iktidara geldiğinden beri basbayağı yerleştirildiklerini biliyoruz. Biz de üniversitelerde paraşütle gelenleri, seçilmeden atananları gördük. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden TSK’ya kumpaslarla önlerini açtıkları da ortada. Bu kumpaslar için kendilerine siyasi otorite tarafından yol verildiği de. Dolayısıyla temizlik elzemdir ve hemen ekleyelim temizliği bu pisliği buraya getirenler yapamaz. Dolayısıyla bunların (düz üyeleri kastetmiyorum) kamudan tasfiyesi bizim meselemizdir. Bunların kamu idaresinde amir olarak geçmişte esas kimlerle uğraştığı bu yargının en önemli kanıtıdır. Kuşkusuz hukukun üstünlüğü ve masumiyet karinesi gibi ilkelere dikkat edilmelidir. Ama biz sadece bu ilkelere dikkat edilmesinden bahsettiğimizde kendimizi memleket meselesinde gene Alman ya da Amerikan gözlemci statüsüne koymuş oluyoruz. Arkadaşları anlıyorum, “sıra bize gelecek, şimdiden kendi celladımızın şakşakçısı olmayalım” diyorlar. Fakat kendi sorununa bu kadar gömülmüş bir kesim sosyalist siyaset değil ancak sosyalist kimlik siyaseti yapar. Kamuda liyakat sisteminin hayata geçirilmesini ve yakın geçmişte bu ilke çiğnenerek yapılan atamaların hukuk kuralları çerçevesinde geri alınmasını savunmak ve bu atamaları yapan siyasi sorumluların yargılanmasını talep etmek mümkün ve gereklidir.

2013’ten beri bizzat tanıdığım ve sosyalizm idealini paylaştığımız insanları katliamlarda kaybettim. Katillerini, ölümlerinden sorumlu olanları biliyorum. Unutmayacağım, affetmeyeceğim. Ama siyasi mücadeleyi kişisel duygularımla yürütemem. Ablalarım ve ağabeylerim bana “devrimciler halkın sorunlarıyla uğraşır, kendi sorunlarıyla halkı meşgul etmez” diye öğretmişti. Bizim sosyalizm idealimizi paylaşmasa da üniversite hastanesine malzeme alımında yolsuzluk yaptığı iddiasını onuruna yediremeyen Enver Arpalı’ya karşı sorumluluğumuz yok mu, yokluk içinde yetişip subay olan oğullarını bir kumpasla kaybeden Tatar ailesi sadece ulusalcıların ilgi alanına mı girmelidir? Mahallesindeki okulun da, yeşil alanın da sorununa kayıtsız kalmayan muhtar Mete Sertbaş, çok affedersiniz de 15 Temmuz gecesi b.k yoluna mı gitmiştir? Bunların katili olan yapılanmanın 17-25 Aralık öncesi suç ortağı olan rejimden hesap sormak için genel kamuoyunun ilgisini çekmeyeceğini bile bile illa 15 Temmuz’dan önce nereye yatırım yaptıysak oradan mı kavgaya devam edeceğiz? Burjuva demokrasisinin kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, laiklik gibi en temel kavramlarının yanına biraz yetmişlerden kalma İskandinav sosyal devlet sosu sürünce ortaya sosyalist, onu geçtim halkçı program mı çıkmış oluyor? Biz ne zaman GuardianNYTForeign Policy ağzıyla konuşmaya başladık?

Hadi, Kemal Kılıçdaroğlu ağzıyla konuşayım: “AKP’nin önüne yatan liberaldir” halleri ortada. Ama özür dilerim, liberal sayılmanın başka yolları da var. Yüzde 60 mahallesinden zaten kopuğuz, bu gidişle CHP seçmeninden de kendimizi soyutlarız. Kendi sorunlarımızla değil halkın sorunlarıyla ilgilenmenin vakti geldi de geçiyor. Dolayısıyla umarım bu son olur ve bir daha bu konuda bize dair yazı yazmam.