Tarih, Cebir ve Spinoza

“Siyaset aritmetikten çok cebire benzer” der Lenin. Zira çok-anlamlı ve çok-boyutlu tarihsel ilişkiler arasındaki bağlantılara basit işlemlerle değil karmaşık ve derinlemesine bir kavrayışla ulaşılabilir. Bu kavrayışı olanaklı kılacak olan ise bilgi, tarihsel bakış açısı ve siyasal deneyimdir. İkisi arasındaki bağı kavramaksızın düşüncenin yöntemli ilerleyişi sağlanamayacağı gibi her olgu ve her kavram da bulanıklaşacaktır. Marx ise –gerçekliğin çarpıtılmış bilgisi olması açısından- bu bulanıklaşmaya ideolojik tartışmada yer verir. Kabaca ifade edersek, ilişkilerin ve bağlantıların kurulduğu temelleri görmeksizin bunların kendiliğinden kuruluyormuş gibi düşünülmesi olarak ideolojiden bahseder. Nedenleri değil sonuçları görmek ya da tarihsel süreci değil sadece –tarihsel süreçten bağımsız olarak- mevcut realiteyi görmek ve bu sınırlarda gezinmek. İşte bu sınırların kendisi egemen ideolojinin de özünü oluşturur.

Peki nedir bu bulanıklıktan, bu ideolojik hegemonyadan kurtuluşun yolu? Aslında birçok yol var. Zira ihtiyar köstebek kazmaya devam ediyor. Bu ise iyimserliğin boyutlarından sadece biri. Bu yüzden Marx’ın iyimserliği temelsiz değil, dahası akıldan ve güçten de bağımsız değil. Her yerde yollar, patikalar, geçitler, kavşaklar mevcut. Tabii görmesini ve yürümesini bilene. Bir yanda milyonların nasıl tüm hayatı yeni güçlerle, yeni olanaklarla inşa ettiğini diğer yanda ise bu yaşam güçlerini ve bu güçlerin yönetimini elinde tutanların yine bu güçler aracılığıyla üretene hükmetmesi arasındaki çelişkiyi görenler açısından her yerde yollar var. Geçmişte de varmış, gelecekte de olacak. Yeter ki bilgisizliğe, konformizme, öznelciliğe, siyasi ya da örgütsel açıdan dogmatizme düşmeyelim. Yeter ki “kandan ve ateşten” yazılmış bir tarihin bir parçası olduğumuzu ve bu tarihin taşıyıcısı olduğumuzu unutmayalım. Siyasette, mücadelede ve nasıl yaşamalıyız sorusunun altında yatan nesnel düzlem tam da burada duruyor. Kalanların hepsi öznelliğin ikircikliğini ve keyfiliğini ifade ediyor. Gücü değil güçsüzlüğü, neşeyi ve coşkuyu değil sürekli bir yakınmayı ve kederi anlatan öznelliği. Siyasette olduğu gibi felsefede de nesnelliğin ötesine taşınan ve öznenin kuruluşu üzerine tesis edilen tartışmalar –ki bu da ideolojik bir tercihten bağımsız değil-, nesnelliği ihmal edip insanmerkezci bir yaklaşımla öznenin peşine düşen eğilim, en genel çelişkiyi yani emek ile sermaye arasındaki çelişkinin üzerini örtmenin bir aracı olarak iş görüyor.

Emeğin, gücün, bilginin ve değerlerin günbegün büyüdüğü koşullarda siyasi, örgütsel ya da toplumsal açıdan ne öznelciliğe çıkan yolları ne de mütemadiyen “bireysel özgürlük” şiarıyla liberalizmi dayatan dar görüşlülüğü muhatap almak ya da sınırlarımızı bunlara göre belirlemek zorundayız. Koşullar ne kadar zor olursa olsun, ne kadar kaybedersek kaybedelim insanlık tarihinin yükseldiği temelleri inşa eden en genel çelişkileri görmek ve bu çelişki ekseninde hareket etmek zorundayız. Ancak bu tarihsel perspektif gerçek gücün kaynağını ve bu gücün nasıl tesis edildiğini, devrimin neden zorunlu olduğu ve neden her koşulda devrim için çalışmak zorunda olduğumuzu bize gösterebilir. Bu arzuyu duymayanlar ise zaten bu tarihsel gerçekliğin bilgisine, devrimci bir yaşam tarzına ve fikre sahip olmadıkları için bu duygudan yoksundur. Zira Spinoza’nın ustalıkla ortaya koyduğu gibi, duygularımız kavrayış gücümüz, fikirlerimiz ve bedenimizin hareket tarzı ile koşulludur. Sözün kısası, devrim ve özgürlük için varoluşumuzu yasladığımız bir arzuya sahip değilsek devrime dair gerçek bir etkinlik tarzına sahip olmadığımız içindir. “Zira beden nasılsa, ruh, Fikir, bilgi, vs. de öyledir” (Spinoza). Öyleyse bol bol söylem üretmek yerine bu fikre sahip olmayı da devrimci bir sorumluluk olarak görmeli, -bir an için de olsa- bildiğimiz ya da bize öğretilmiş her şeyi unutup bu nesnel tarihe, insanlık tarihini yaratan sınıfsal çelişkinin köklerine bakarak en baştan başlamayı göze almalıyız. Kendimizde ve etrafımızda devrimci bir arzunun yaratılması ancak bu hakikati kavrama çabası ile mümkün. Hakikat ise belki soyut, belki belirsiz, belki de herkesin kullandığı ama kimsenin tam olarak ne anlama geldiğini bilmediği bir kavram.

“Felsefenin tek hedefi hakikattir” (Spinoza). Felsefenin bu tanımı bize başka birçok şeyi daha çağrıştırıyor. Tabii ki en çok devrimi. Tek hedefi hakikat ve özgürlük olan devrimi. Hakikate ulaşmanın birçok yolu var o zaman. Lenin bu kapsamı en somut biçimde dile getiriyor. Sınıfsız toplumu ve özgürlüğü “ancak, bize eski toplumdan kalan bilgi, örgütler ve kurumlar toplamı temeli üzerinde ve ancak bize kalan insani güçler ve araçlar varlığını kullanarak kurabiliriz”. Bilimsel, felsefi, teknolojik ya da insanlığın diğer ortak güçleri ve bilgisi bize devrimin temelini sunar. İşte bu da “her tarihsel dönemde ve her koşulda her yerde yollar var” demenin bir başka biçimi. Yeter ki bu tarihsel kavrayışı, siyasal deneyimi ve devrimci yetenekleri geliştirebilme çabası içinde olalım. Zira “hakikat bir kez algılandıktan sonra bırakılamaz” (Spinoza). Öyleyse devrim için yollar kuramamak, özgül koşullar içinde devrimci edimleri görememek ve yaratamamak tarihe ya da sınıfa mal edilecek şeyler değil, bunlar sadece kendi öznel yetersizliğimize yorulmalıdır. Özgürlüğe açılan yollar inşa etmek, devrimin ve felsefenin ortak arzusu olan hakikatin bitmeyen bilgisini ve deneyimini toplumsal olarak yaratmakla mümkündür. Bu bilginin ve deneyimin tüm insanlık tarihiyle ve sömürü ilişkileriyle buluştuğunu görmeden ve bunu aşmanın yollarını içtenlikle aramadan, sahip olduğumuz siyasi, ideolojik fikirleri ve deneyimleri köklü bir şekilde sorgulamadan içinden geçtiğimiz tarihsel sürecin yarattığı kederden ve aylaklıktan kurtulma olanağı yok. Tekrarlayalım; bu kederin ve aylaklığın kendisi ideolojiktir ve bunlar hakikate ulaşmamızda en büyük engellerdir. Zira “hakikat hakikatle çelişmez” (Spinoza). Öyleyse bizi bu kederden ve sisten kurtaracak olan, kaybettiğimiz şeyi yani bizi toplumsal özgürlüğe götürecek ortak bilgiyi ve ortak emeği geri alma mücadelemiz olabilir ancak.