Emperyalistler Arası Rekabet Şiddetleniyor: Ticaret Savaşları Yeniden Gündemde

ABD, 8 Mart’ta çelik ve alüminyuma sırasıyla, %25 ve %10 oranlarında gümrük vergisi getirdi. Trump daha önce de kereste, güneş panelleri, çamaşır makinesi ithalatını kısıtlayıcı tedbirler almıştı ve bir süredir de özellikle, Çin’i hedef tahtasına oturtarak korumacı önlemler alınabileceğini dile getiriyordu. Aynı şekilde, ilk başta ABD öncülüğünde gündeme gelen Trans-Pasifik Ortaklığı’ndan (TPP) da vazgeçilmişti. Bütün bunlar, beraberinde “ticaret savaşları”, “yeni korumacılık”, “misilleme” tartışmalarına yol açtı ve akıllara 1930 tarihli “Smoot-Hawley yasasını” getirdi (ABD’nin korumacı önlemler aldığı başka dönemlerin de olmasına rağmen Büyük Bunalım dönemindeki bu yasanın akıllara daha çok gelmesi de ayrıca manidardır.).

Bazı ana akım düşünce kuruluşları ve New York Times gibi gazeteler bu vergi artışına karşı cephe alarak “eski ABD elitlerinin” bu kararları pek hoş karşılamadığını ima etti. Karar, Ekonomi Başdanışmanı Gary Cohn’un da istifasına yol açtı. Yani, dünya ekonomisindeki çelişkilerle beraber ABD’deki sermaye içi çelişkilerin de arttığı bir dönemden geçmekteyiz. Britanya’nın AB’den çıkış serüveninde de Britanya sermayesinin bir kesiminin etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Bir zamanlar serbest ticaretin bayraktarlığını ve teorisyenliğini yapan bu iki emperyalist gücün, şimdilerde tekrar korumacılığa yönelmesi ve serbest ticareti savunmanın Çin’e düşmesi; dünya ekonomisindeki güç ilişkilerinde yaşanan değişimi gözler önüne sermektedir.

Alınan bu karara kendi içinde tek başına bir anlam atfetmekten ziyade, ABD’nin uzun erimli mücadelesi içinde yaptığı ufak bir hamle olarak bakmak daha anlamlıdır.

Öncelikle, bu hamleyi “kendini bilmez” bir başkanın aldığı aptalca bir karar olarak yorumlamamak gerekmektedir. Elbette, bu gümrük vergisi artışının ABD imalat sanayisini canlandıracağı söylenemez. Birincisi, imalatçıların ucuza almak isteyeceği hammaddelere tarife konması, korumacılığın mantığına terstir. İkincisi, Trump’ın genel iktisat politikasının çerçevesinin, genel olarak korumacılıkla uyumlu olmadığı söylenebilir. Zaten amaç da; sadece çelik ve alüminyumun ülke içindeki fiyatını artırmak gibi görünmemektedir.

ABD’nin ithalatının önemli bir bölümü, Kanada ve Meksika’dan yapılmakta (yıllara göre dörtte bir ile üçte bir arasında değişmekte) ve bu iki ülke çelik ve alüminyuma getirilen gümrük vergilerinden muaftır. Bunların yanında Avustralya’ya da muafiyet yoldadır. Bu durumda, haklı olarak bu hamlenin Çin’e karşı yapıldığı düşünülebilir. Ama bu da kararın arkasındaki güdüyü tam açıklamamaktadır, çünkü Çin, dünyanın en büyük çelik ve alüminyum üreticisi olmasına rağmen ABD’nin Çin’den yaptığı ithalat, toplam içindeki küçük bir paya sahiptir (%5-6 civarı). Burada Trump’ın önemli amaçlarından biri; yaklaşan NAFTA görüşmelerinde Kanada ve Meksika’dan istediği tavizleri koparması için bu vergiyi bir koz olarak kullanmaktır. Zira Trump, istediğini alamazsa muafiyetleri kaldıracağını ima etmişti. Kanada’nın çelik ihracatının %90’ına yakınını, Meksika’nın da %75’ini ABD’ye yaptığını düşünürsek bu hiç de yabana atılacak bir tehdit değildir.

Bu yıl yapılacak ara seçimler için siyasi bir göz boyama olarak da bir işlevi vardır bu hamlenin. Ne de olsa Trump, kararı açıkladığı toplantıda çelik ve alüminyum işçilerini arka plana yerleştirmeyi ihmal etmemiştir. Kapanan demir-çelik tesislerinden ötürü zarar gören eyaletler de bu karardan memnun görünmektedir. Aslında kararın da ekonomik nedenlerle değil, ulusal güvenlik gerekçesiyle alındığı açıklandı. Takip eden günlerde ise, ABD’li çip üreticisi Qualcomm’un 117 milyar dolara Singapurlu bir şirkete satılması da “ulusal güvenlik” gerekçesiyle engellendi.

Esasında, çelik ve alüminyumdaki vergi artışları toplam ticaretin çok küçük bir bölümünü etkilemektedir. Sıranın otomotive geleceği konuşulmaktadır, otomotiv sektöründen de bu yönde bir lobi faaliyeti söz konusuır. Hatta tüketici elektroniğine gümrük vergisi getirileceği söylentileri dolaşmaktadır. Kısa bir süre öncesine kadar “kur savaşları” olarak su yüzüne çıkan bu çekişmelerin, şimdi “ticaret savaşlarına” dönüştüğü yorumları, biraz da ileride alınması muhtemel bu kararlardan kaynaklanmaktadır.

ABD’nin yıllardır verdiği dış ticaret açığı herkesin malumudur. Bu açığın da yarıya yakını Çin’e karşı, dörtte biri de AB ülkelerine verilmektedir (Çin’in aksine AB, çeliğe getirilen vergiden daha çok etkilenecektir). Ülke bazında bakarsak Almanya, Japonya ve Meksika en çok açık verilen ülkelerdir (bu ülkeler Çin’in epey gerisinde olsa da her biri ABD’nin dış ticaret açığının yaklaşık %10’unu oluşturmaktadır). Genel olarak Çin ile yapılan ticaretten dolayı, ABD’de 1999-2016 arasında 2,65 milyon kişinin işini kaybettiği tahmin edilmektedir. Bir yandan ise Çin ve diğer Asya ülkelerinden yapılan ucuz ithalat, işçilerin geçimlik ücretinin düşürülmesi işlevini görmektedir. Ticaret açığının önemli bir kısmının da ABD’li dev tekellerin Çin, Meksika gibi ülkelere yaptıkları yatırımlar veya bu ülkelerdeki taşeronluk ilişkileri sonucunda verildiği de başka bir gerçektir. Yani, buradaki denklem tek boyutlu değildir.

ABD verdiği açığı şimdilik, doların rezerv para olmasının avantajını kullanıp para arzını genişleterek ve başta Çin ve Japonya’ya olmak üzere devlet tahvili satıp borçlanarak finanse etmektedir. İki durumun da sürdürülebilir olmadığı aşikardır. Bu alınan ve alınacak muhtemel kararlar da ticaret açığını azaltmanın yanı sıra, hem ABD’li hem de yabancı şirketlerin ABD dışındaki yatırımlarını bir ölçüde ABD’ye kaydırmasını amaçlamaktadır. Ödemeler dengesindeki açıklar ve kırılganlıklar ancak bu şekilde telafi edilebilir. Tabii bu hamleleri diğer ülkelerin ne kadar kabulleneceği ve ne karşılık verecekleri ise ayrı bir önem taşımaktadır. ABD, bu sefer 1985’te Japonya ve Almanya’ya dayattığı Plaza Anlaşması’ndaki kadar güçlü de değildir. Marshall Planı günlerinin ise çok gerisindedir. Düşünürsek; artık Meksika’ya istediğini kabul ettirmek için bile zorlanmaktadır.

Sonuç olarak; Soğuk Savaş parantezinin kapanmasının ve “tarihin sonu” sarhoşluğunun bitmesinin ardından, emperyalistler arasındaki güç mücadeleleri artarak sürmekte ve bu mücadeleler güç ilişkilerinde yeni ittifaklara ve altüst oluşlara gebedir.