İşçi Sınıfı En Son Ne Zaman Tiyatroya Gitti?

Brecht’in ‘insanın insana insanla anlatma sanatı’ olarak tanımladığı tiyatroya, günümüz gerçekliği içinden bakınca tanımın kendisi ile ters düştüğünü, tiyatronun insanla kurduğu farkındalık bağının hızla zayıfladığını söyleyebiliriz. Söyleyebiliriz, çünkü tanımın kendisi öz olarak tiyatronun kendi varoluş zeminini ifade eder. Zeminin kendisinin varoluş kaynağını yok eder hale dönüşmesi salt tiyatronun kendi iç dinamikleri ile değil, bir üst yapı kurumu olarak siyasal iktidarla kurduğu bağla, hakim sınıfla girdiği pragmatist ilişki ile direkt ilgili olmasıdır. Ayrıca bu yok oluşun, egemen sınıfa karşı geniş yığınların dinamik kesimi olan işçi sınıfından da hızla uzaklaşmasından kaynaklı olduğunu söyleyebiliriz.

Çünkü tiyatro, öncelikle insanın doğa ile kurduğu ilişkiye tepki olarak ortaya çıkmış, ardından insanın kendisi ile kurduğu ve içinde yaşadığı toplumsal koşulların belirlediği şartlarda bir estetik form olarak tanımlanmıştır. Kuşkusuz devamında da, ana kaynağını sınıflar çatışmasından almış ve bu çatışma düzleminde öz olarak bir farkındalık yaratma işlevini her dönemin ezilenlerinden, geniş halk topluluklarından ve nihayetinde işçi sınıfından yana kullanmıştır. Antik Yunan’dan bu zamana dek aynı çatışma düzleminde farklı formlar almış olan tiyatro, saf olarak her daim işçi sınıfının yanında olmuştur. Çünkü ana beslenme kaynağı burasıdır. Tiyatronun sınıfsal zemini ve kitleleri etkileme özelliği, egemenlerin her dönem dikkatini çekmiş ve egemenler tiyatronun bu özelliğini, hakim iktidarlarının tesisi ve devamı için kullanmak istemişler ve de kullanmışlardır. Siyasal iktidarların tiyatro ile kurdukları bu kurumsal bağ, tiyatronun içinden tepkiler doğmasına ve tiyatronun bu kapışmada beslendiği sınıf olan işçi sınıfının mücadelesine omuz verme -mücadelenin estetik bir silahı olma hali- işlevini dinamik biçimlerle aynı şekilde sürdürmüştür. Fakat dönem itibariyle bu dinamik işlev; işçi sınıfının tarihsel arenadaki güçsüzlüğü ile paralel biçimde bir zayıflama oluşmuş, hatta tiyatronun geniş yığınlar açısından etkisi ve dinamik ilgi gösterme hali bitmiştir.

Karl Marx’ın en sevdiği dize olma özelliğini taşıyan Terentius’a ait “İnsanım, insana dair olan hiçbir şey bana yabancı değildir!” sözü, tiyatro için bir varoluş ve bir başlangıç sebebi olarak okunabilir. Buradaki başlangıç sebebini; varlığını toplumsal yaşam ve özgürlük mücadelesinden alan tiyatronun, yerini hem sağlamlaştırma hem de kendini, iktidarlar tarafından yüklenilen misyonuyla birlikte yok etme haline sokma olarak okuyabiliriz. Bu anlamıyla tiyatro, yabancısı olmadığı insana hızla yabancılaşmıştır.

Brecht‘te ‘insanı anlatma sanatı’, Marx’ta sevilen bir söz “yabancı değil hali” olarak tiyatro; artık sistemik bir form vaziyetine bürünmüştür.

İroni burada, bizim de derdimiz tam burasıdır.

Artık bugünün tiyatrosu, kendi varoluş kaynağına ters bir akış içinde ve hakim sınıfın hegemonyasına hizmet eden bir ideolojik aygıt olarak vardır. Bu trajik bir sonuçtur ve çoklu sebeplerinin olması bir yana, daha çok sınıfla kurduğu bağ ile beslenmemesi ve yüzünü işçi sınıfına, hayatın asıl dinamiklerine dönmemesinden kaynaklıdır. Madalyonun diğer yüzünde ise işçi sınıfının günümüz toplumsal mücadelesi içinde tiyatro ile neredeyse hiçbir bağ kurmamasından kaynaklı olduğunu da söylemek mümkündür.

Yani, açıkça söyleyebiliriz ki hem tiyatro hem de işçi sınıfı birbirlerine sırtını dönmüş ve bu hal ne tiyatroya ne de sınıfa yaramıştır. Varlık kaynakları yaşamın kendisi olan tiyatro; işçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesinde, sermaye sınıfının en etkin sanat formuna dönüşmüştür.

Tiyatronun bir bütün olarak işçi sınıfı ile olan temas hali sanayi havzalarında, ofislerde, gündelik hayatların içinde tiyatronun etkin yanı ile değil, ‘bir gösteri formu’ olarak ve sunumlar biçiminde ‘çeşni katma hali’ olarak yer almaktadır. Bu hal bile işçilerin kazancı ile ilgilidir. Paraları varsa ayda bir kez ya da belediyenin ücretsiz oyunlarını ailecek izlemektediler. Ötesi yoktur, işçiler ihtiyaç da duymamaktadır.

Hali ile işçi sınıfı bugün tiyatro değil, televizyon izlemektedir.

“Peki, işçi sınıfı, tiyatrosunu yeniden yaratabilecek midir?” diye bir sorunun cevabını yine işçi sınıfı ve tiyatronun kendi varoluş kaynaklarını fark etmesi ile direkt ilgili olduğunu, bu farkındalıkla bir tersine dünyanın olabileceğini söyleyerek cevaplamak mümkündür. Yani, hem tiyatro hem de işçi sınıfı, tarihin tüylerini tersine tarayarak kendi tarihsel yoldaşlıklarını fark edip hakim sınıfa karşı dönemin güncelliği içinde en çok ihtiyaç duydukları şeyde -işçi sınıfının ‘sınıf olarak’ kendini kurma sürecinde- tiyatroyu etkin biçimde katarak yapabilir. Bu, sınıfın tarihsel görevi olması bir yana, sınıfa sırtını dönmüş tiyatronun yaşamsal görevidir. Buna hem tiyatronun hem de işçi sınıfının ihtiyacı vardır.

Tam da bu eşikte, tiyatronun sınıfla kopmuş halini yeniden kuracak olan şey; -yazarı, oyuncusu, dramaturgu, yönetmeni ile- sistemin ağlarını kıracak yeni bir bakışla geniş halk yığınlarından beslenerek mümkün olacaktır. Yeni bir yaşam formu içinde etik ve estetik bir form olarak tiyatro kendini yeniden kazanabilir. İşte bu eşikte günümüz Türkiye’si özeline bakınca, tiyatronun görmediği –nadiren birkaç örnek dışında, o da doğaçlama protest biçimlerde- uzun yürüyüşler, Tekel direnişi, Metal Fırtına, Gezi direnişi, KHK’lere karşı direnişler ve daha birçok eylem formu; tiyatronun soluk alacağı, kendini yaşama döndüreceği kaynaklardır.

Esasen; işçi sınıfı kendi varlık koşullarında tiyatronun görmediği ritüellerle yeni tiyatronun ipuçlarını göstermektedir. Eğer zahmet edip bakılırsa; metal fabrikasındaki bir direniş, başlı başına bir direniş güzellemesi olarak tiyatro formudur. Metni yazılıp sahnelenmesi için demlenmektedir.

Yani, ezcümle ‘Bir ihtimal daha var; o da sınıf için tiyatro mu dersin?’ diye bitirirken biz, komiteci-tiyatrocu yoldaşlarımızı, yüzlerini işçi sınıfına dönmelerini öneriyoruz.