Seçim Oyunu ve Sol

Burjuvazinin egemenliği altında seçimlerin oyundan ibaret olduğunu anlatmaya kalkışsak bunu, son seçim kararı kadar iyi ifade edemezdik. Her fırsatta erken seçimi küçümsedikten sonra erkenin de erkeni bir seçim kararı almak ve ertesi gün kürsüye çıkıp bir yandan “seçim şarkılarımızdan tanıtım malzememize kadar her şeyimiz hazır” diye övünürken diğer yandan muhalefetle “daha adayları bile belli değil” diyerek dalga geçmek, başka nasıl açıklanabilir ki? Üstelik yasada seçim kararını meclisin alacağı yazılı olduğu halde, rejimin “tek adamı” usulen bile olsa buna uymayıp seçim tarihini açıklıyor. Artık meclis başka bir karar alabilir mi? Bütün kararları bir kişinin belirlediği ve OHAL istenildiği kadar uzatıldığı halde yine de seçime gidiliyor. Neden? Bunun genel ve ülkeye özgü gerekçeleri üzerinde kısaca duralım:

Genel nedenler

Oy sandığı ve meclis, burjuva siyaset kurumunun en önemli araçlarıdır. Darbeciler ve faşist yönetimlerce bile kolay terk edilmezler. Elbette nedeni demokrasi severlikleri değil, kapitalizm ve burjuvazinin çok katmanlı/çok bileşenli karakterine uygun bir siyaset izlemek zorunda kalmalarıdır. Bu düzende seçim, “dar alanda kısa paslaşmalardan” ibaret bir oyundur. Egemenlerin kendi aralarındaki kimi sorunları sonuca bağlarken ezilenlerin yönetime rızasını da tazelemeye yarar. Yurttaşların “temsil edilmesi” ya da “hükümet politikalarına yön vermesi” ile ilgisi yoktur. Seçkinler için “demokrasi”, ezilenler açısından ise “diktatörlük” anlamına gelen siyaset pratiklerine onay yaratmak için yapılır.

Kapitalizm, rekabet ve tekelin iç içe yaşandığı bir işleyişe sahiptir. Benzer biçimde, burjuvazi de yekpare bir bütün değildir; sürekli birbirinin yerini almaya çalışan değişik çıkar çevrelerinin kâr dürtüsü etrafında örülü ilişkiler ağıdır. Burjuva partileri bir yandan farklı çıkarlar doğrultusunda birbirleriyle rekabete girerken diğer yandan seçimleri kazanarak sınıfın ortak çıkar ve egemenliği adına hükümet olmaya çalışırlar. İster ele geçirdikleri siyasi gücü isterse egemen sınıfın belli bir kesiminin çıkarlarını korumak için olsun; özel çıkarları, sınıfın genel çıkarlarını sarsmadan savunurlar. Beceremeyen, er geç siyaset dışına düşer. Dolayısıyla yalnızca seçimi kazanan değil, çizili sınırlar içinde kalan bütün siyasi aktörler toplumu egemenler adına ikna etmekle görevliymiş gibi çalışırlar. Ve bir biçimde bunun ödülünü alırlar. Nitekim son seçim kararının yankısı henüz havadayken “böyle ani seçim mi olur” demek yerine hepsinin de “hazırız” demesi, bu kurala uygun bir davranış olmuştur.

Egemenler birbirleriyle ne kadar tepişse de temel çelişki; ezen ve ezilenler arasındadır. Bu çerçevede, seçim süreci ve sonuçlarının siyasal iktidarın beklentilerine ters düşmesi düşünülemez. Egemen sınıf, paraya ve ayrıcalıklara dayanarak siyaset yapmayı hak olarak görür. Yetmediği yerde, hile-hurda devreye girer. Hukuk, bu yolları meşru göstermek için vardır. Zaten belli bir gücün yol göstericiliği olmadığında, yönünü bulamayacak kadar kördür. Bu düzende hukukun rehberi, doğal olarak siyaset ve sermaye seçkinleridir. Dolayısıyla ezilenlerin gücünün olmadığı yerde seçimlerden sonuç beklemek, hayalciliktir.

Egemen siyaset anlayışı, kendi düzenlediği bu oyuna ezilenleri de katmak için yoğun çaba harcar. Düzen partileri bu amaçla, “demokratlık” ve “kabadayılık” arasında gidip gelen görüntüler vererek ve böylece ilgi çekmeye çalışarak ikiyüzlü bir yarışa girerler. Yanı sıra, siyasal iktidarın düşmanlarına olağan zamanlarda uyguladığı baskının dozu seçim gerekçesiyle geçici olarak azaltılabilir. Yine de uygunsuz gelişmelere karşı yasa, kolluk gücü, yargı ve hapishaneler hazırdır. Böylece ezilenlerin, düzene ilişkin siyasi beklentileri seçimlerle sınırlandırılarak egemenliğe boyun eğmeleri kolaylaştırılır.

Özel nedenler

Türkiye’de ortalama 2 yılda bir yerel, genel, cumhurbaşkanlığı seçimleri ya da referandum gerekçesiyle sandığa gidiliyor. Elbette bu rastgele nedenlerden değil, toplumsal çelişkilerle ilintili olarak yaşanıyor. Clausewitz’in savaşla ilgili ünlü tanımına benzer biçimde, “seçimler, siyasetin olağan akışının başka araçlarla sürdürülmesidir” diyebiliriz.

Bilindiği üzere, Türkiye, kapitalizmin gecikmeli ve yukarıdan aşağı geliştiği bağımlı bir ülkedir. Toplumun sahibi ve yöneticisi siyasal iktidar, iç güçlerden ibaret değildir. Ülkenin tarihsel mirası ve kapitalizmin küresel işleyişi çerçevesinde, benzeri ülkelerdeki gibi Türkiye’de de küresel finans oligarşisi, siyasal iktidarın en önemli ortağıdır. Emperyalizm bu ülkeleri savaş ya da darbeler gibi doğrudan müdahalelerle olduğu kadar, çeşitli yaptırımlarla güçlendirilmiş antlaşmalar çerçevesinde askerî, finansal, diplomatik, ticarî, istihbarat, kültürel ve benzeri ilişkiler aracılığıyla da yönlendirir. “Tek adam” rejimleri, her ne kadar kendi halkını baskı altına alarak emperyalizmin sömürüsünü kolaylaştırsa da, günümüzde kapitalizm açısından bir istikrarsızlık nedenidir. Çünkü emperyalizmin kendi içindeki bölünmüş çıkarları, tek adamlara geniş hareket alanı ve birçok seçenek sunabilmektedir. Dolayısıyla otoriter rejimler yalnızca kendi halkından görebileceği tepkiler yüzünden değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin öznitelikleri bakımından da öncelikli bir tercih değildir. Türkiye’de Kürt Sorunu çözülemediği için, emperyalizmle daha uyumlu bir toplumsal yapıya geçilemiyor. Erdoğan’ın bu sorunu çözmek vaadiyle hükümet olup bugün tam tersi bir yönde ilerlemesi, kendisine duyulan güvensizliğin başlıca kaynağıdır. Erdoğan, bu güvensizlikten doğan boşlukları bir yandan Rusya ile yakınlaşarak ve emperyalist ülkelerin çelişkilerinden yararlanarak kapatmaya çalışırken öte yandan, sürekli seçim kazanarak Türkiye’de tek muhatabın kendisi olduğunu herkese kanıtlamak zorundadır. Bir siyasi özne olarak Erdoğan’la paylaştığımız bu konjonktüre nasıl gelindiğini kısaca hatırlayalım:

Cumhurbaşkanı seçimleri, makamın sembolik olduğu dönemlerde bile hep gerilimli geçti. Nedeni, ülke içi siyasal iktidar güçlerinin resmî, sivil/Batıcı ve muhafazakâr kanatları arasındaki geleneksel rekabetti. 12 Eylül Anayasasının cumhurbaşkanı ve başbakana eşit yetkiler vermesiyle bu bölünmüşlük kurumsallaştı. Devlette iki başlılık oluştu ve her kritik aşamada sorunlara yol açtı. Bu durum, başkanlık arayışlarını güçlendirdi. Hatırlanacağı üzere, bu yoldaki en önemli adım olan cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi kararı, 2007’de TBMM’deki cumhurbaşkanı seçimi sırasında Genelkurmay Başkanlığı web sitesinden yayımlanan 27 Nisan “e-muhtıra” sonucunda mecliste oluşan konsensüs çerçevesinde alındı. İyi düşünülmemiş bir anayasa değişikliğiyle referanduma gidilerek gereken hukuksal düzenleme yapıldı. 16 Nisan 2017 referandumuyla bu düzenleme bir kez daha değiştirilerek iktidar partisinin isteğine uygun hale getirildi. Darbe girişimi de içinde olmak üzere birçok etkenin bir araya gelmesi sonucu, genel olarak siyasal iktidarın “yerli ve milli” bileşenlerinin ve özel olarak Erdoğan’ın çıkarlarının kesiştiği bir noktada, bugünkü “tek adam rejimine” ulaşıldı.

Ne durumdayız?

Bilindiği üzere, olağan takvime göre 2019 Martı’nda yerel, 2019 Kasımı’nda cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimleri yapılacaktı. Dolayısıyla yerel seçim, cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu gibi geçecekti. Birçok kentte belediye başkanlarını görevden almasından da anlaşılacağı üzere, Erdoğan’ın yerel seçimlerde oy kaybı olasılığı vardı. Bu ise doğrudan cumhurbaşkanlığı seçimini etkileyebilirdi. Cumhurbaşkanı ve başbakanın durumu lehlerine çevirmek için aylardır kamu kaynaklarını kullanarak seçim gezileri yapması da yetmemiş olmalı ki oylar daha da gerilemeden acil olarak seçime gitme kararı alındı. Amaç; muhalefeti gafil avlayarak koltuğu korumaktır.

Önümüzdeki seçim; Erdoğan ve ailesi, bir çıkar şebekesine dönüşmüş partisi ve büyük oranda tamamlanan yeni rejimin geleceği bakımından önemlidir. Erdoğan’ın kazandığı takdirde konjonktürde önemli bir değişim görülmeyeceği, aynı doğrultuda yine, inişli çıkışlı ve sık sık birbiriyle çelişen kararların alındığı süreçlerde yeni dostluk arayışları ya da düşman ilân etmelerle, kendi sonuna doğru ilerleyeceği düşünülebilir. Kaybetmesi durumunda ise çıkar temelinde oluşturulan derme çatma iktidar bloğunun dağılması ve bunun artçı sarsıntılarıyla bir belirsizlikler dönemine girilmesi olası görünüyor. Bu aynı zamanda, rejim güçlerinin varlığını sürdürüp sürdüremeyeceğinin gerçek koşullarda sınanacağı bir dönem olacaktır. Dolayısıyla, seçimin Erdoğan ve belirsizlikler arasında geçeceği söylenebilir. Ezilenlerin belirsizlikten değil, asıl olarak düzenin istikrarından korkması gerekir. Çünkü istikrar, mazlumun sömürü ve zulüm cenderesine alınarak sesinin kısılması anlamına gelir. Bu yüzden Erdoğan’ın kaybetmesi, ezilenler açısından iyidir.

Ancak bunun üzerinden hayal kurulmamalıdır. Çünkü Erdoğan’ın kaybetmesi “demokrasinin zaferi” olmayacak, yalnızca baskıdan dolayı başını kaldıramayan muhalefetin toparlanması için geçici bir fırsat yaratacaktır. Bu seçimde sol, bir atımlık barutunu harcayarak ve “siyasi gerçekleri açıklama, ortak aday, seçim platformları” vb. söylemlerle kendini olduğundan büyük göstermeye çalışarak kandırmamalı, seçim oyununa figüran olmamalıdır. Ortada meşruiyeti sorgulanacak bir seçim olmasına rağmen bu yönde bir irade ve örgütlenme, dolayısıyla boykot koşulları yoktur. Yeni rejim ve vekilliklerin kolayca düşürülebilmesi nedeniyle, milletvekili seçiminin artık bir önemi kalmamıştır. Açık ve net olarak, Erdoğan’ın kaybetmesi için çalışılmalıdır. Bunun önkoşulu ise, HDP’yi yok saymadan ya da görünmez olmaya zorlamadan bir cephe siyaseti izlemektir. Böylece seçim kaybedilse bile, sonrası için hazırlanılmış olur. Ancak Erdoğan gitse bile bizi günlük güneşlik günlerin beklemediği unutulmamalıdır. Seçim ortamının nispî rahatlığından yararlanarak halka yalan söylenmemelidir. Bize lâzım olan geçici seçim birliktelikleri değil, gerçek mücadele örgütleri ve siyasal iktidar karşısında birleşik devrimci bir duruştur.