Terleten Hakikat

Senaryosu ve yönetmen koltuğu Ceylan Özçelik’e ait olan “Kaygı” filmi gerilimli müziği, gri şehir manzaraları, başarılı ses efektleri ve tedirgin edici rüya sahneleriyle izleyenlerine gerçek bir kabusu yaşatmaya aday. Başrol oyunculuğunu Algı Eke’nin yaptığı film, 67. Berlin Film Festivali’ne giden tek Türkiye yapımı film. Bir kadın gotiği gerilimi örneği olarak akıllara Repulsion ve Kulute filmlerini getiren Kaygı’nın ses düzeni ve çekim teknikleri, başkarakter Hasret’le beraber terlememize sebep olacak kadar başarılı. Film, gerilimli ana fikri dışında korku, sinme, sosyal tepki biçimleri, narsizm, medya tekeli, sosyal medya, toplumsal cinsiyet rolleri, mobbing ve kentsel dönüşüm gibi birçok başka temayı da iğreti durmayan bir biçimde bünyesinde taşıyor.

Filmin ilk sahnesinde Hasret ve arkadaşlarının “banal siyaset kavrayışı” temalı bir sosyal medya aktivizmi tartışması yürüttüklerini görüyoruz. Görece neşeli bir sahneyle başlayan film; kentsel dönüşüm alanlarından manzaralarla, Hasret’in kurgucu olarak çalıştığı ana akım medya ajansında algı manipülasyonuna karşı direndiği sahnelerle, evinde ailesinin ölüm nedenini öğrenmek için çıktığı bilinçaltı yolculuklarıyla ve kabuslarıyla giderek sevimsizleşiyor.

Hasret her gece çocukluğundan kesik kesik sahneler taşıyan bir kabus görmeye başlar ve bunun üzerine anne ve babasının trafik kazasında ölmüş olduğuna dair inancı sarsılır. Anne ve babasının nasıl öldüğünü araştıran Hasret, evin içinde geçmiş bir travmasını tekrar yaşamaya başlar. Duvarlarından ateş sesleri duymaya başladığı evden bir türlü çıkamaz ve evin yakıcı derecede ısındığını hisseder. Bunlar olurken film boyunca nadiren gördüğümüz Hasret’in vücudundaki sebepsiz yanıklar da giderek artar. Filmin bize anne ve baba ile ilgili gizemi çözmek adına verdiği ipuçları Hasret’in adıyla başlar (Hasret Gültekin, Madımak Katliamı’nda ölen sanatçılarımızdan biri idi), Hasret’in evin içinde yaşadığı travmanın şekliyle devam eder ve Hasret’in annesinin ressam, babasının ise bir ozan olduğunu öğrenmemizle her şey ürpertici bir gerçekliğe bürünür. Evet, Hasret’in ailesi 1993 Madımak Katliamı’nda hayatını kaybetmiştir.

Hasret’in gördüğü rüyalar ve duyduğu sesler Madımak Katliamı’na dair toplumsal anılarımızın niteliğini yansıtacak şekilde bulanık ve boğuktur. Giderek bulanıklaşan, toplumsal hafıza inşasıyla giderek bizden uzaklaşan o günü hatırlamakta ise fayda var: Hasret’in ailesi, 1993 yazında Kültür Bakanlığı tarafından desteklenen Pir Sultan Abdal şenliklerine davet edilmiştir. Aynı dönemde Aziz Nesin, çevirisini yaptığı Şeytan Ayetleri adlı kitap yüzünden muhafazakar çevrelerce eleştirilmekteydi. Aziz Nesin’i hedef alan kitle “Sivas Aziz’e mezar olacak” sloganlarıyla önce Kültür Merkezi’ne gelerek Arif Sağ konserinden çıkanlarla kavga etmiş, ardından grup bin kişiyken on beş bin kişi olmuş ve “Kahrolsun laiklik!” sloganlarıyla sanatçıların kaldığı Madımak Oteli’ne yürümüştü. Şimdilerin sempatik bilge başkanı(!), o zamanın Sivas Belediye Başkanı Karamollaoğlu, kitleye “Gazanız mübarek olsun” diye seslenmiş, polis dahil tüm kolluk kuvvetleri adeta saldırının önünü açmıştı. Otelin içinde, dışarıdaki saldırgan sloganları bastırmak için Asaf Koçak mızıka çalarken küçük kızlar birbirlerinin saçlarını örmekteydi. Kim bilir belki de o küçük kızlardan biri Hasret’ti. Saldırgan kitle otelin önündeki arabaları ateşe verdiğinde itfaiye, kitleyi yarıp otelin önüne gelmeye gönülsüz olduğu için içeride insanlar boğuluyor ve yanıyordu. Belki de Hasret’in ve ailesinin odasının yanındaki odada Aziz Nesin ve Lütfü Kaleli birbirini teskin etmeye çalışıyordu. Kaleli “Ölüyoruz abi!” dediğinde, Nesin korkmuş bir ceset olarak bulunmak istemediği için ondan kendisini yatağa yatırmasını istiyordu. Bunlar olurken şairler aralarında “Kalanlar ölenler için şiir yazsın” diye anlaşmışlar ve ölümü beklemeye başlamışlardı. Kitle yaktığı ateşe “Allah’ım bu senin ateşin!” diye haykırırken asker izliyor, hava boşluğundan kaçmayı başaran Aziz Nesin’i itfaiye eri kolundan tutup linç edilmesi için kitleye fırlatıyordu.

Bizi güncel hakikatin yakıcılığıyla yüzleştiren ve etrafımızda günbegün yükselen sıcak duvarları hatırlatan film aynı zamanda Madımak Katliamı’nın öznel bir travmasını da içinde taşıyor. Hafızamızı ürpertici bir şekilde tazelemeye aday olan bu film, aynı zamanda “Yeni Türkiye” adlı toplumsal patolojik krizimizi de distopik bir temayla gözler önüne seriyor. Toplum olarak gerçekleştiğini sürekli reddetmek istediğimiz ve hafızamızda bir kabus olarak konumlandırmaya çalıştığımız çok fazla devlet katliamına şahit olduk. Suruç, 10 Ekim, Madımak bunlardan sadece birkaçı. Devlet erki tarafından yakın geçmişi unutturma hasebiyle inşa edilen yeni toplumsal hafıza ise belki de etrafımızda alevler içinde yükselen duvarların en gerçeği ve en tehlikelisi. Çünkü zulme direnenler olarak geçmişimizle varız. Bir an olsun azalmayan cesaret ve inancımızı, öfkemizi ve kinimizi taşıyan geçmişimizle. O yüzden unutmayalım, o gün orada 37 insan öldü. Bugün o duvarlar hala sıcak. Bugün o otel hala yanıyor ve o duvarlar bu tek adam düzeninde etrafımızda yükselmeye devam ediyor.