Anamız Amele Sınıfı, Yurdumuz Bütün Cihandır Bizim!

Türkiye’nin kapitalist-emperyalist sistem içindeki konumlanışının uzantısı olan ekonomik kriz giderek derinleşiyor. Sivil diktatörlük rejiminin uzun yıllardır tercih ettiği neoliberal politikalar, geleneksel sermaye kesimlerini koruyor ve yandaş sermaye gruplarını ayakta tutmaya çalışıyor. Bu siyaset sürdüğü sürece krize çare üretmek bir yana krizin daha da derinleşmesi kaçınılmaz. Bugüne kadar sosyal politikalar ve politik ihale mekanizmalarıyla ve yine ağırlıkla cemaatlerin, ülkücü ağların taşeron eklemlenmeler aracılığıyla; dini, milli, kültürel ideolojik itaat ve ikna mekanizmalarının etkili bir biçimde kullanılmaları üzerinden üst sınıfların kazandığı olanaklara alt ve orta sınıfların rıza göstermesi sağlanabilmişti. Yeni rejim bunun sağlanabildiği doğrultuda biçimlendi. Ancak sağdan sola tüm ciddiye alınabilir ekonomi uzmanları, içine girdiğimiz krizin daha da derinleşeceği yönünde görüşler ifade ediyor. Bu durum keskin toplumsal kırılma ve saflaşmaları oluşturur ve bunun doğal sonucu olarak da sınıf savaşı keskinleşir.

Faşizan sivil diktatörlük rejimi, bugüne kadar alt ve orta sınıfların desteğini kâh ikna kâh zor politikalarıyla alabilmişti. Şimdi ise içinde olduğumuz ve giderek derinleşen ekonomik kriz koşullarında benzer bir toplumsal desteği sağlamanın hazırlığını yürütüyor, bu yönde bir siyasi söylem inşa ediyor. “Aynı gemideyiz” deniyor, “Dolar üzerinden vatana operasyon çekiliyor” deniyor, camilerde diyanetin fetvaları okutuluyor, cemaatler göreve çağrılıyor, Iphone’lar ayaklar altında eziliyor, sembolik dolar yakma ayinleri düzenleniyor. Rejimin “yerli ve milli” söylemi parti ağları, cemaatler, ülkü ocakları, mafya çeteleri ve sarı-bürokrat sendikalar üzerinden emekçilere yayılırken; kullanılan tutarsız, çelişkili Batı karşıtlığı söylemi içinde savrulan “anti-emperyalist” ve “anti-Amerikancı” tutumlar, egemen ideolojinin iki temel kolu olan ulusalcılık ve liberalizm üzerinden rejimin emekçi sınıflara karşı aldığı konumu destekleyici politikaları gündeme getiriyor. Bir kesim “Vatan yoksa emek hiçtir” derken diğer kesim “Aynı gemideyiz” masalını güçlendirmekte diğerine katılıyor. Liberaller demokrasi, hukuk, barış gibi gündemler üzerinden rejimi sorgular görünürken konu emekçilerin çıkarı olunca kapitalist piyasanın en pervasız savunucuları kesiliyorlar. Ulusalcılar diktatörlüğün bir boy üstünde Çincilik, Rusyacılık yaparak anti-emperyalistmiş gibi konum alırken konu Kürt halkının talepleri olunca millici söylemin en fetişist pratiklerini sergiliyor.

Geçmişte sendika uzmanı olarak Türk-İş’te kilit rol oynayan, kimi sol çevrelerde muteber görülen ve bugün Aydınlık’ın vatan-millet çizgisinin sendikal alanda ve emekçiler dünyasında üretilmesiyle vazifeli bir şahıs olan Yıldırım Koç, peş peşe ve içinde bolca Marx-Engels alıntısı olan yazılar yayımlıyor. Polonya, İrlanda davası üzerine söylenen sözlerden millicilik üretirken; aynı sözlerden Kürt halkının davasındaki meşruiyeti, “Ama onlar emperyalizmin kuklası” nitelemesi ile ortadan kaldırmaya çalışıyor. Proleter karakterli emek mücadelesi ile burjuva karakterli vatan mücadelesini 2018 dünyası koşullarında birleştirirken ise uyarıyor: “İşçilerin kapitalist düzen içinde yaşadıkları olumsuzluklara karşı duydukları tepkiden emperyalistler ve onların işbirlikçileri de yararlanabilir.” Şili, Polonya ve “Turuncu Devrim” örneklerini sıralıyor. Bu örneklerin hiçbiri Koç’u doğrulayacak veriler sunmaz ama o, halkımızın cahil olduğunu sanıyor ya da öyle görmek istiyor. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, İkinci Enternasyonal’in işbirlikçi sosyalist partilerinin kendi emperyalist devletlerini desteklemeleri için işçileri yönlendirmesi gibi o da işçi sınıfına kendi ulusal devletlerini desteklemeyi öğütlüyor. İkinci Enternasyonal’in işbirlikçilerinin çağrısı milyonlarca işçiyi birbirine boğazlatma sonucunu üretmişti, bu tutumun sonucu da farklı olmaz. Unutulmasın ki Lenin, işçi sınıfının esas düşmanının içeride olduğuna dair proleter bilgeliğe sadık kalarak Dünya Savaşı sırasındaki tutumunu belirlemişti.

Emperyalizme karşı mücadeleyi içinde yaşadığı sermaye devletinin egemen sınıflarına karşı mücadele olarak okumayan her yaklaşım, egemen ideolojinin cephesinden konuşuyordur. Mahir Çayan’ın emperyalizmin içsel olgu olduğuna dair tespitinin anlamını kavrayamamıştır ya da kavramak işine gelmiyordur. İşçiler arasında dinci, milliyetçi, ırkçı, mezhepçi söylemleri yaygınlaştıranlarla “Emperyalizme karşı gerçek mücadeleyi biz veriyoruz, bize vatansız, gayri milli diyemezsiniz” diyen savunmacı yaklaşımlar mutlaka bir noktada buluşurlar. Anti-emperyalist olmak için anti-kapitalist olmak da yetmez. Tavizsiz bir enternasyonalizm savunucusu anti-şovenist, anti-faşist olmak ve sermaye iktidarına karşı devrimci bir yıkıcılık konumunda olmak zorundadır.

“Emperyalist şirketler, tekel konumları nedeniyle yerli işverenlerin karının önemli bir bölümüne el koyuyor” analizi üzerinden masum yerli sermaye icat edenler, işbirlikçiliği gizliyorlar. Yıldırım Koç’un daha açık bir şekilde ifade ettiği bu “görüşler”, sosyalist hareketin değişik gruplarının yazdıklarında, söylemlerinde ve pratiklerinde örtük olarak bulunuyor. Bugün sosyalist hareket içinde ulusalcıların Kürt düşmanı söylemlerini, AKP karşısındaki “ilericilik kampında” birlikte mücadele ediyoruz diye görmezden gelenler var. Milli bayram ve zafer kutlamalarında yazılan ve duygu ortaklığı ifade eden paylaşımlar, yer yer ulusalcıların argümanlarıyla Kürt Özgürlük Hareketi’ni eleştirenler, onlara benzer emperyalizm analizi yapan komplocu fikirler… Bunlardan hiçbirinin, liberallerin emperyalizm ve sömürü ilişkileri yokmuş gibi soyut demokrasi, barış, hukuk savunusu yapan analiz ve pratiklerinden farkı yok; sosyalizm fikrine ve mücadelesine verdikleri zarar açısından.

Devlet görevlisi Koç’un, sınıf mücadelesi ekseniyle kendi ulus devletine karşı mücadeleyi emperyalizme karşı mücadelenin temel ilkelerinden biri olarak gören devrimcileri “uvriyerist/işçici” olarak eleştirmesi, devrimci gelişmenin egemenler açısından “tehlikesini” görmesinden kaynaklıdır. Emekçi kesimler içinde somut olarak örgütlenmeye burun kıvıran, konforlarını kaybetmek istemeyen reformist sosyalistler ya da devrimcilik kampı içinde görülebilecek çevrelerin sınıf siyasetine uzaklıklarını “işçici değiliz” argümanıyla savunmaları ise Koç’la olan mesafelerinin ya da daha doğru bir ifadeyle mesafesizliklerinin göstergesidir. Cumhuriyet gazetesine çöken heyet üzerinden yapılan tartışmalara da yukarıdaki çerçeve içinde yaklaşmak önemlidir. Öyleyse, kimin gerçekte nerede olduğunu daha sarih bir biçimde zaman gösterecektir.