Varolmanın dayanılmaz hafifliği: Sanatın siyaseti olur mu?

Böyle bir soruya yanıt verebilmek -ilk bakışta- çok kolay değildir. Ancak bu sorunun yanıtını bulmamıza yardımcı olacak bir izleği takip etmek, yolumuzu bulmamızı daha kolaylaştıracaktır. O izleği ise sanatın tarihsel, toplumsal seyri ile insan psikolojisinin doğal eğilimleri olarak belirleyebiliriz. Her şeyden önce sanat, tarihsel süreç içinde birçok seyir izlemiştir. Dönemler, kuramlar, değerler, biçemler arasında ilerlemiş ya da farklılaşmıştır. Ama temelde sanat yapıtını oluşturan belli başlı özelliklerden bahsetmek, izleğimizi takip etmek için bize yol gösterecektir.

Genel anlamda sanat yapıtını belirleyen dört unsurdan bahsetmek mümkündür. Bunlar: sanatçı, sanat yapıtı, okur-izleyici ve toplum olarak tanımlanabilir. Temelde bu dört unsur, sanatın oluşmasındaki olmazsa olmazlardır. Buradan yola çıkarsak sanatın gelişimi içinde kim neye, niçin niyet etmiştir veya etmektedir? Kimileri sanatı bir ayna olarak görmüş, bir yansıtma görevi olarak dillendirmiştir. Kimileri ise sanatın güzelliğini, gizemini bulmak için üretmiştir. Güzellik ve sırrın yarattığı duygunun peşinde koşmuştur, tarih boyunca. Kimileri ise sanatçının yarattığı eserin toplumda yarattığı etkinin değeri, anlamı üzerine kafa yormuştur. Her ne olursa olsun sanat ve sanatçı yaşamından, yaşadığı toplumdan bağımsız olmaz, olamaz. Aksini söyleyenlerinki “iddiadan” öteye gidemez. Çünkü sanatçı ya da herhangi biri kendini “eylediği” şeyden bağımsızlaştırmaya çalışsa bile o eylediği şey “bir şeye” tekabül eder. Yani sanatçı kendi ürettiği şeyin üreteni olmakla birlikte ürettiği “şeyin” başka şeylerle etkileşimini yepyeni bir etkiyle onun “poetikasını”, “politikasını” yansıtacaktır. Sanatçının bedenen yok olsa bile yarattığı şey, toplumda bir “karşılık” yaratarak yeniden tanımlanıp üretilecektir. Örneğin Shakespeare’nin Hamlet’ini ele alırsak ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Hamlet, ürettiği anlam bakımından Shakespeare’nin yaşadığı dönemden ayrı düşünülemez. Çünkü Shakespeare kendi toplumundan bir hikâye anlatmadığı halde, kendi toplumunda bulunun “arızaları” politik bir tutum alarak eleştirmiştir. Ama onu büyük yapan tabii ki evrensel, varoluşsal politik tutum almasıdır.

Pekala politik bir tutum almadığını iddia eden günümüz “sanatçıları” politik değil midir? Örneğin politikayla “ilgilenmediğini” iddia eden Orhan Gencebay, bu söylemiyle iddia ettiğini mi gerçekleştirmiş oluyor? Bu mümkün mü? Tabii ki mümkün değil.  Bugün eleştirel olmayarak tam da siyasal iktidarın istediği şeyi yapmakta, “politik” olmaktadır.  Mesela “ben her zaman devletimin yanında oldum” gibi bir cümle kurduğunuzda devletin yalnızca yanında olmuyor, devletin ürettiği tüm olumsuzlukları da sahipleniyorsunuz demektir. Her insan, doğası gereği evrende bir yer kaplar. Kapladığı yer ile beraber periferideki her unsurla bir ilişki-ilişkisizlik durumu yaratır. Bu durum, durduğun yerin ürettiği değer ve periferideki değerlerin etkileşimiyle ister istemez bir çatışma hali yaratacaktır. O zaman nasıl tarafsız ya da siyasetsiz olunabilir? Sanatçı için ya da insan için bu iki değerin çatışması iki yönlü olabilir: İlkinde inatla durduğun yeri korursun, üretmeye devam edersin ve sonuçlarına katlanırsın. Bunun sonucunda arkasında durabileceğin bir alan yaratırsın. Yenilebilirsin ama o alan bir sanatçı olarak sana, varoluşla geri döner. İkincisinde ise sanatçının durduğu yerin işgaliyle sonuçlanır, iktidar seni yutar. Durduğun yer işgal edilince sen, ya boyun eğip iktidarın diline sarılırsın ya da iktidar sana yeni bir dil uydurma konusunda yardımcı olur. Ama her koşulda iktidar sanatçıyı yutar. Seni sen yapan sanatın, politik bir tutum olarak tersten işlemeye başlar ve sanatçı olarak arada yok olursun. Alıp seni Saray’ın soytarısı yaparlar.

İşin dramatik yanı ise bunu sanatın ve sanatçının da istiyor olmasıdır. Çünkü tarihsel bağlamlarından bihaber olanlar ya da tarihsellikten koparılıp iktidar havuzlarına alınan sanat/sanatçılar, karşı sınıfsal zeminlerde olduklarının farkında değillerdir ve bu, modern liberal akvaryumlarda yaşamanın sonucudur. İşte bugün, bu sonuç ve yok oluşu önlemenin yolu; sınıfa giden yolu bulmaktan geçiyor. Bu yol, bir iktidar savaşına tanıklık eden ve varoluşunu sorgulayan Hamlet’in eyleme geçtiği andır. Hamlet artık bir işçidir ve gerçeği apaçık görmektedir. Yapacağı tek şey hamle yapmaktır. Her şey o andan sonradır.

O an bir yoldur, kendini emekle var ettiği ve ortaya çıkmak için sabırla yarattığı yoldur.

Sanat, o yol da oluşmuş ve bütün tarihsel süreçlerde payına düşen cefayı çekerek gelmiştir ve vardır.  Bundan kelli, sınıfın sanatı ne Saray tanır ne de birilerinin sefa sürmesine izin verir.
Sefa sürenler, biat edenler bizden değildir. Sanatın toplumsal tarihi bunu defalarca not etmiştir ve etmeye devam edecektir.

* Komite’nin Kasım 2018 tarihli 9. sayısında yayınlanmıştır.