Yeryüzü Lanetlileri

“Friedrich Engels bir keresinde şöyle demişti; ‘Burjuva toplumu bir ikilemle karşı karşıyadır: Sosyalizme yönelme ya da barbarlığa dönme.’ Bu ifadeyi, korkunç anlamını kavramadan düşüncesizce okuyup yineledik. Bugün Friedrich Engels’in bir kuşak öncesinde kehanette bulunduğu gibi, korkunç önermenin önünde duruyoruz: Ya emperyalizmin zaferi ve tüm medeniyetin antik Roma’da olduğu gibi çökmesi, nüfusun azalması, ıssızlaşma, yozlaşma; bir büyük mezarlık ya da sosyalizmin zaferi, yani sınıf bilinçli uluslararası proletaryanın emperyalizme ve onun yöntemi olan savaşa karşı mücadelesi.”

ROSA LUXEMBURG

Capharnaüm, kullanılmış atılmış eşyaların yığıldığı çöplük. Labaki’nin filmine bu adı seçmesinin sebebi, aynı zamanda İsa’nın gelip insanları kurtaracağına inanılan Filistin’de bir antik şehrin ismi olması da olabilir. Bu isimle bize anlatmak istediği acaba “çöplüktekiler olarak kurtarıcıyı bekleme, kurtul” mudur? Gelin beraber bakalım.

Lübnanlı yönetmen Nadine Labaki’nin 3. filmi olan “Kefernahum”, smokinleri içinde gözyaşlarına boğulan Cannes jürisinden ödül almayı başardı. Filme başarısını kazandıran en önemli şey, oyuncularının Orta Doğu’nun lanetlileri içerisinden özenle seçilmiş olması. Mesela başrol oyuncusu Zain Al Rafeea Lübnan’da yaşayan kimliksiz bir Suriyeli göçmen. Makro şehir görüntüleri dışında Zain’in yanından ayrılmayan kamera, bizi Beyrut’un sokaklarında çıkardığı seyahatle bir vurgun etkisi yapıyor ama sakın telaşlanmayın, alabora olmuyoruz.

Filmin ilk sahnelerinden birinde insanları “birey” yapan, “var eden” devletin gözünde henüz var olmamış, hiç var olmayacak ya da yeterince ‘var olmayan’ çocuklar; ellerinde silah ve ağızlarında sigaralarla amiyane bir ataerki sembolizmi içerisinde seyirciye sunuluyor. Bunu izleyen sahnelerde Zain’in annesinin ağzından düşürmediği sigara, bir kadın ve bir anne olarak annenin nasıl sistemce soğurularak “erkekliğe” mahkum edildiğinin küçük bir nüansı gibi. Mekansal geçişlerin sınıflar arası atlamalar içermesi ise filmin konuşulmaya değer başka bir yanı. Bu sahneler keskin şekilde sınıfların anlam dünyalarının olabildiğince ayrıksılığını gözler önüne sermek için iyi bir yöntem olmuş. Tüm bunları mekansal olarak birleştiren sahne ise pek tabii Avukat Hanım ile Zain’in annesinin mahkeme sahnesindeki diyaloğu. Bu diyalog kabaca “Siz böyle yaşamanın insanı nelere mecbur edeceğini nerden bileceksiniz, Avukat Hanım!” diyor. Doğurduğu çocuk tarafından, onu doğurduğu için dava edilen bir annenin film boyunca olabildiğince öfke ve şiddetle ifade edilen çaresizliği ile fazlasıyla dram kokan bu sahne, “onu da anlamak lazım” dedirtiyor. Zain’in neredeyse boyunu aşan kürsüye yaklaştığı sahne ise Sinci’den alıntıyla “Ve vatan dediğin çamurdan bir çocuk siperiyse” adalet de işte onun boyunu aşan kürsülerdir diye düşündürüyor.

Film; mültecilik, çocuk istismarı, küçük yaşta evlilik, çocuk işçilik, kayıt dışılık, hapishane koşulları, aile içi şiddet, yoksulluk gibi birçok temayı aynı anda sunmaya çalışıyor. Bu haliyle Mahsun Kırmızıgül filmlerinin kıyısından dönse de lunaparkın yaşlı çalışanlarına yaptığı vurgu ile sosyal devletin neoliberal kılıklı halinin bir tablosunu gözler önüne sererek ve bizi hayatı değiştirmeye cüret eden Zain ile tanıştırarak değerini yeniden kazanıyor. Zain yaşadığı yeri ıslahevi olarak tanımlamaktan, koca koca adamların üzerine yürümekten, bayatlamış  ahlak normlarını bir kenara atmaktan, bir bebeğe ebeveynlik yapmaktan ve mecbur kaldığı hayatın hesabını ailesinden sektirerek devlete sormaktan çekinmeyecek kadar cesur ve bıçakladığı adamın kendi nezdindeki tanımını ifade etmekten çekinmeyecek kadar onurlu bir çocuk. Tabii tam burada yönetmenin Lübnan devlet erkine toz kondurmayan tutumuna birkaç laf etmek yerinde olur. Bir izleyici olarak, mahkeme sahnelerinin neden o kadar steril olduğunu, pornografik düzeyde sefaleti gözler önüne seren filmde hapishanedeki çocuk istismarına neden yer verilmediğini ve küçük Yonas’ı “kötülerin” elinden kurtaran polisi neden epik sahneler içinde izlediğimi sormam gerek. “Hukuk tarafsızdır” denen liberal söylemi tekrarlayan devlet kurumlarına, işleyişlerine toz kondurmayan ve sanki o bebeğin oraya düşmesinde failin sistemle kurduğu ve devam ettirdiği ilişkinin sebebi devlet değilmiş gibi izlettiren filmin anlattıkları; hem bu yüzden hem de hapishanedeki misyonerlik faaliyeti sahnesinde mahkumların tepki çeşitlerini göstermek yoluyla tarafsız kalmaya çalışmış olsa da Yonas’ı annesine kavuşturan kadının beyaz bir Avrupalı olmasıyla oryantalist bir okumayı çağrıştırması açısından epeyce eksik.

Pekala, suçlu kim? 11 yaşındaki kızını döve döve yetişkin bir adamın evine yollayan anne mi? Sadece “yaşamak” isteyen insanların çaresizliğini sermaye edinerek onlar üzerinden para kazanmaya çalışan tüccar mı? Zain’in ailesi mi? Bu insanlara daha fazla yardım etmediği için sivil toplum kuruluşları mı? Devlet mi? Suçlu kim, biz size söyleyelim: Suçlu, akşamdan sabaha uyuşuk bir zihinle ortada dolaşan, uyum sağlayan, doğallaştırılmış ilişkiler içerisinde insanları ve emek güçlerini sömürmekten çekinmeyen, hesap sorunca “biz de böyle gördük, böyle öğrendik” diye ağlayan, yapmacık bir öfkeyle “fırsatım olsa iyi biri olurdum” diyen baba. Zain’in babası, bilinci maddi koşulları içinde şekillenmiş biri olsa da  bu düzenin sürdürücüsü olarak en az tüm failler kadar suçlu. Bu, bizlere lümpenlik ve nihilizmle kuşatılmış hayatlarımıza itirazımızın; bu baba kadar oturduğumuz yerden, bu baba kadar sistem çıkarlarını muhafaza etmekten asla imtina etmeyen, bu baba kadar sinizmden besleniyor olmasını hatırlatıyor.

Sistemle hesaplaşmaya asla yanaşmayan bu filmin belki de en işe yarar tarafı; Zain’in babasının “tanıdıklığını” bize gösteriyor olması. Şunu hatırda tutmak gerekir ki ya Zain olursunuz ya da Zain’e bunları yaşatan. “Zain için ağlayan” diye bir seçenek yoktur. Zain için ağlayan ama eylemeyen, görmeyen, tavır almayan, günü kurtaran ama sömürü şartlarına dair hiçbir devrimci yöntemi hedeflemeyen, benimsemeyenler de Zain’e bunları yaşatanlarla aynı saftadır. Arası yoktur, sistemin doğası gereği yoktur. Devrime hizmet etmeyen bu sisteme hizmet eder. İşte “Ya sosyalizm ya barbarlık!” cümlesinin sunduğu iki şeçeneklilik bu mahiyette anlam bulur.