İşçi Sınıfı Hareketinin Durumu ve Güncel Görevlerimiz

Ülkemiz işçi hareketinin 2019 Ağustosu’yla birlikte kendini hissettiren ekonomik kriz koşullarındaki genel bir fotoğrafını çekmek önemlidir. Bugün işçi hareketi zeminlerinden bir tür çiseleme olarak gerçekleşen tepki, eylem, direniş ve grevleri ekonomik kriz ve Orta Doğu’daki savaşın da katkısıyla giderek derinleşen siyasal krizin egemen blok içindeki belirsizlikleri geliştiriyor. Ancak egemen siyasetin parti, sarı sendika, cemaat, dernek, mafyöz örgütler ve yasa cendereleriyle kuşattığı bir yığın konumunda yaşayan işçilerin önce birleşik bir işçi hareketine sonra bir sınıf hareketine dönüşmesi kısa vadede mümkün görünmüyor. Bu dönüşüm için ne sendikal merkezlerde ne de sosyalist kimlikli siyasetlerde takat, irade ve program bulunmadığını da bu noktada vurgulayalım.

Bu eksiklikleri gidermenin yol ve yöntemlerine geçmeden önce birkaç yıl geriye gidelim, Metal Fırtına’ya…

2015 baharı ve yazında sarı Türk Metal Sendikası’na üye metal işçileri Bosch Fabrikası’nda imzalanan görece iyi sözleşmeyi “dayanak” alarak başta Renault, Ford, Tofaş, Türk Traktör, Arçelik olmak üzere Bursa, İzmit, Sakarya, Bilecik, Eskişehir ve Ankara’da fabrika işgalleriyle ayağa kalkmıştı. Bu süreçte Türk Metal’den 40 bine yakın işçi istifa etmiş, sonrasında ise ek protokollerle direnişe katılan katılmayan MESS’e bağlı tüm fabrikalarda kazanımlar elde edilmişti. Ardından işgal ve direnişlerin olduğu fabrikalardan yüzlerce işçi atılmış, Renault başta olmak üzere birkaç fabrikada DİSK’e bağlı Birleşik Metal çoğunluk haline gelmişti. Bunun üzerine AKP, devletin tüm kurumları ile gangster Türk Metal Sendikası kafa kafaya vererek Renault’da yaşanan geçişin tüm fabrikalar için örnek teşkil etmesinin önüne geçmek için organize bir saldırı başlatmış, Renault kelimenin her anlamıyla kuşatılmış, işçiler onlarca yıllık cezalarla, ölümle tehdit edilip tekrar zorla, şiddetle Türk Metal’e geri alınmıştı. Ülkemiz işçi hareketi tarihindeki önemi gün geçtikçe daha çok algılanacak olan bu işçi eylemlerine işçiler “Metal Fırtına” adını takmışlardı.

İşçi hareketiyle o zamanlarda daha çok mesafeli olan sol hareketin gündemi olamayan Metal Fırtına direnişi memleketin tüm sanayi havzalarında, her işkolundan işçinin TEKEL direnişinden bile daha fazla bildiği, takip ettiği, öğrendiği bir direniş oldu. Kuşkusuz bunda akıllı telefonlarla sosyal medyayı özellikle Facebook platformunu işçilerin çok büyük bir kesiminin takip ediyor olmasının ve direnişe katılan işçi kesimleriyle politik, kültürel bir yakınlığa sahip olmalarının belirleyiciliği var. Metal Fırtına’yı zayıf ve güçlü yanlarıyla birlikte ülkemiz işçi hareketinin geleceğinin öncü eylemi olarak görüyoruz. Metal Fırtına sonrası dönemde işten atılma, ücretlerin ödenmemesi, sendikalaşma nedeniyle atılma, mobbing ve tacize tepki, asgari ücret kesintileri, haysiyet talebi, kötü çalışma koşulları, işçi sağlığı ve iş güvenliği talepleri, taşeron uygulamalarına tepki içerikleriyle yüzlerce direniş ve işçi eylemi yaşandı, kriz günleri kapıyı çalıncaya kadar. OHAL’in ağırlaştırılmış baskı koşullarında tüm toplumsal muhalefet kesimleri sessizliğe bürünürken işçi direniş, eylem ve grevlerinde ısrar kesintisiz bir biçimde sürdü. İşçi hareketi devletin ve sermaye çevrelerinin baskısına boyun eğmedi, itirazını sürdürdü.

2015’ten günümüze kadar süren, yaşanan işçi eylemlerinin bilançosuna bakınca sanayi havzalarından maden, enerji bölgelerine, kent merkezlerine değin yaygın bir direnişçilik çizgisinin kendiliğinden biçimlerin hakim olduğu bir tarzda öne çıktığını söyleyebiliriz. Yine bu süreçte yol kesme, fabrika, işyeri işgalleri, işyeri kapısı önünde direniş, kent meydanlarında yürüyüş gibi eylem tarzlarını öne çıkaran kitlesel bir hüviyeti olan eylemlerin yanı sıra tekil direnişlerin, itirazların olduğu işçi eylem ve direnişleri de öne çıktı. Sendikal konfederasyon ve merkezler ya doğrudan sarı sendikacılık pratikleri ya da dolaylı olarak bürokratik mekanizmalarla devlet ve sermaye tarafından yalıtılarak adeta karşı sınıf aparatına dönüştürülmüştür. Esas olarak bu merkezlerle ilintili solun geniş kesimlerinin ise kimlik, kültür meseleleri etraflı yaşam tarzı savunuculuğu üzerinden geliştirilen, sınıf çizgisi muğlâk AKP karşıtlığıyla konumlanmış olması; işçi sınıfının sömürü ve baskılara karşı geliştirdiği kendiliğindenci fiili direniş ve eylemlerle solun ilişkilenmesini imkânsız kıldı.

Ağustos ayında kendini hissettirmeye başlayan krizle birlikte solun neredeyse tüm kesimleri gözlerini işçi direnişlerine çevirdi. İşçi hareketinin merkezi ve genel örgütlenmesine odaklanmadan basitçe o “alana” dönük siyaset paravanı dernekler ve inisiyatifler oluşturmak, direnişlere siyasi gruplarca yapılan ziyaret ve dayanışmaların haberlerini yapmak biçimlerinde süren bu odaklanma da 31 Mart seçimlerinin gündemi belirlemeye başlamasıyla büyük oranda dağıldı. Devlet içi kamplaşma ve çatışmalardan medet umarak düzen muhalefetinin basit, ilkesiz bir uzantısı olarak konum almak ne yazık ki sol tutumun daha baskın halidir. Düzen muhalefetine eklemlenen solun ideolojik ve programatik bağımsızlığının kalmayacağı açıktır. Egemenler böylece solu hizaya sokmuş durumdadır. Bu yüzden işçi sınıfı mücadelesinin önümüzdeki dönemindeki görevleri konuşmak daha da elzem hale gelmiştir.

Sendikal harekete dair görevler

Hak-İş’e bağlı sendikalar işçi sendikası değildir bu yüzden Hak-İş’ten işçilerin ayrılmasına dönük ideolojik, politik örgütsel bir çabanın ciddiyetle planlanması tüm emek hareketinin ve solun gündemine taşınmalıdır. Türk-İş’in eski “Güç Birliği” bileşeni olan sendikaları geçtiğimiz süreçte AKP ve sermaye çevrelerince kuşatılmış, Kristal-İş, Hava-İş, Petrol-İş’in yönetimleri ele geçirilmişti. Buralarda ilk etapta tekrar belirli bir muhalif anlayışa sahip işçi unsurların egemen olmasını sağlamaya dönük çalışmak, bu aşamacı hareket tarzının bütün sıkıntılarına rağmen denenebilir bir taktiktir. Türk-İş’in Hak-İş’leşmiş sarı sendikalarından işçilerin kurtulmasını sağlamaya dönük bir mücadele de yönelimimizin parçası olmalıdır.

Ne yazık ki bir hemşehri derneği görünümüne büründürülen DİSK’te ise artık sararmaya yüz tutmuş Genel-İş, Lastik-İş, Tekstil-İş sendikalarının ağırlığının zayıflatılmasına dönük bir mücadele şarttır. İşçi hareketinin yaygınca fiili olarak ayağa kalktığı son dört yıllık dönemde bu sendikaların belirlediği DİSK yönetimi basın açıklaması yapan, veri açıklayan bir sekt pratiği yürüttü. İşçilerin örgütlenmelerini ve taleplerini kuşatıcı, teşvik edici ve kolaylaştırıcı bir tarzda sahiplenip işverenler ve devlet karşısında işçilerin mücadele ve dayanışma odağı olmak gibi bir sorumluluktan ısrarla kaçındı. En büyük hünerini emeğin denetimi pratiklerinde sergileyen AKP’nin adeta işini kolaylaştırdı.

Birleşik Metal, Nakliyat-İş ve bağımsız sendikalar bu dönemde eylem, grev, direniş, işgal pratiklerine dair tereddütsüz bir yönelim içinde oldular ancak yetemediler, yetemedik. Nakliyat-İş’in Real, Makro-Uyum ve Makro işçilerine dair iş kolunda olmamasına rağmen geliştirdiği sahiplenici anlayışı yine Umutsen’in işkolu, sendika, siyaset gözetmeksizin direnişin, eylemin talebini, muhtevasını öne çıkartan tarzı doğru tarza dair küçük ama önemli başlangıç adımlarını temsil ediyor. DİSK’in Güney Afrika’daki COSATU gibi yozlaştığı yerde, Güney Afrika Metal İşçileri Sendikası NUMSA’nın yanına bağımsız sendikaları alarak geliştirdiği Birleşik Cephe çizgisi ülkemiz işçi hareketi açısından da pekâlâ bir doğrultuyu gösteriyor. Birleşik Metal-İş henüz bu yönde cesaretli bir yönelimin uzağında, daha çok DİSK yönetimini belirlemeye dönük konum almaya çalışıyor.

Gebze, Lüleburgaz, Bilecik’te işçi sendika şubelerinin oluşturduğu birlik ve platformlar oldukça önemli. Ancak örgütlenme doğrultusunda bu yapıların geliştirilmesi, derinleştirilmesi gerekirken diğer yandan yurt genelinde benzer yapıların oluşturulması gerekiyor. İşkolu düzeyinde Güvenlik İşçileri Meclisi, Soma Maden İşçileri Meclisi ya da havza düzeyinde Çerkezköy İşçi Meclisi gibi deneyimler önemli olmakla birlikte kendi içinde taşıdığı yetersizliklerin giderilmesi dışında ülkedeki tüm havzalara, fabrikalara yayılacak bir komite, konsey, meclis tarzında öz örgütlenme zeminlerini oluşturmanın henüz çok uzağındayız. Bu doğrultuda somut pratik bir yoğunlaşma içinde olmalıyız. İşçilerin devrimcileşmesini sağlayacak en temel araçlarından biri onların öz örgütlenmeleridir.

Sendikal alandaki mücadele konularının başına sendikaların işçilerce yönetilmesi talebini içeren demokratikleşme ve işçi aidatlarının işçilerin mücadelelerine harcanmasını sağlayacak şeffaflık konulmalıdır. Solun sarı ve bürokratik sendikalar tarafından değişik yollarla patronaja alınıp susturulmuş olması bu konuda verilen mücadelenin önemli bir handikabıdır. Sendikaların bu hale gelmesinde sol sorumludur. Dolayısıyla ideolojik mücadelede bu nokta vurgulanmalıdır. İşçilerin toplu sözleşme ile aldığı ücretin üzerinde alınan her türlü sendikacı maaşı eleştiri konusu yapılmalıdır. Toplu sözleşmeye göre alınan en yüksek ücretle en düşük ücretin ortalaması yönetici maaşı olarak yeterli olmalıdır. Yine sendika uzmanlarının işçiler arasından eğitilerek yetiştirilmesi bir ilke olarak savunulmalıdır. Sendika harcırahlarının kısıtlanması, yapılan harcamaların işyeri panolarına her ay asılması, web sitelerine konulması bir şeffaflık ilkesi olarak savunulmalıdır. Umutsen’in bu alandaki propagandası sendika yönetimleri üzerinde belirli bir basınç oluşturmasına rağmen henüz yeterli değildir.

Sınıf mücadelesini temel alan solun en geniş kesimlerinin ilk yapması gereken işçi hareketine ve sendikal alana dönük ilkesizliklerin ortadan kaldırılmasını sağlayacak, öz eleştirel pratikler geliştirmektir. Seçimlerle her şeyin normalleşeceği duygusundan uzaklaşılmalıdır. Egemenlerin, AKP’nin yokluğunda bile baskı politikalarından vazgeçmesi kolay değildir, işçi hareketini başka türlü bastıramazlar. Bir toplumsal tutkal olarak geliştirilmiş Kemalizm’in ideolojik harcının çözülmesi sonrasında geliştirilen Türk-İslam sentezi formülünün de sorgulanmaya başladığı bir dönemin içindeyiz. Ekonomik krizin derinleşmesi ile devletin yeni rejiminin işleyişine olan egemenler içinden ve emekçi sınıflar arasından yükselen itirazların çakışması bir siyasal krizi muştuluyor. İki krizin çakışması durumunda işçi sınıfının devrimci bir siyasal atak içinde olmasını sağlayacak hazırlık adımlarının acilen geliştirilmesi gerekiyor. Birleşik Emek Koordinasyonu (BEK) böyle bir hazırlık yapısı olarak gündemleşmiş ancak kendini tam olarak somutlaştırmadan akamete uğramıştı. BEK ya da BEK benzeri bir cephesel yapı üzerine yeniden düşünmeliyiz. Örgütlenme, mücadele düzeylerini ortaklaştıracak bir güç inşa edemezsek düzenin yeni galibiyetine de imkân sunmuş olacağız.