Bir Yaz Değil, Bir Devrim Herşeyi Değiştirir

Hayatımıza 2016 yılında giren popüler dizi Stranger Things’in 3. sezonu geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Dizi 8.9 puanla IMDB’nin Top 250 TV listesine de en üst sıralardan giriş yapmış durumda. Dizi 80’li yıllar Amerikasında küçük bir kasabada geçmekte ve o yılların sosyo-kültürel dünyasını mekânsal temalar içerisinde başarılı bir şekilde yansıtmakta. İlkokul çağındaki bir grup çocuğun maceralarını anlatan bu dizi için “çocuk dizisi” demek ise biraz zor. Stranger Things, daha çok gerilimli bir fantastik macera dizisi. Dizi, çağdaşları arasında oldukça “uniq” bir örnek olsa da aslında birçok kült yapıma göz kırpıyor. E.T. the Extra-terrestrial (1982), Stand By Me (1986), Carrie, A Nightmare on Elm Street (1984) bunlardan yalnızca birkaçı. E.T, farklılığı ve “normal” dünyaya adaptasyon çabasıyla Eleven karakteriyle birebir örtüşmekte. İkisine de evde özel bir köşe yapılmış ve iki yapımda da evde yalnız bırakıldıklarında TV’nin düğmelerine basarak onu keşfettikleri sevimli bir sahne bulunuyor. Dizideki hikaye akışı ve dünya, Stephin King’e aşina olanlar için hiç yabancılık çekmeyecekleri bir tarzda, hatta King’in Carrie karakterinin, Eleven’in 1976 yılında yaşamış hali olduğunu söylemek yanlış olmaz. Carrie de Eleven gibi telekinezi yeteneğiyle cisimleri hareket ettiren, herkesten farklı olan, bunun için de alay konusu edilen, ancak kendisiyle uğraşanları fena halde pişman eden bir karakterdi. Yine Stephen King’in eseri olan Stand By Me ise dizinin en güçlü referanslarından biri. Stand by Me filminde de, arkadaşlarının kayıp cesedinin ardına düşen bir grup çocuğun hikâyesi anlatılıyor.

Stanger Things’i dergimize konuk eden neden ise amatörce planları ve iş bölümüyle dünyayı başka bir dünyadan gelmek üzere olan “kötülüklerden” defalarca kurtaran çocukların pozitif soyut temaları çağrıştıran romantik yanları, taşra kültürünün kolektivist yapısının hayatın akışına verdiği biçimi gerçekçi bir şekilde anlatışı, tutuk ve gerilim dereceleri bölümlere bölünmüş olarak ilerleyen planlı senaryosu ya da başarılı sahne müzikleri seçimleri veya dizinin size bir çizgi roman okuyormuş hissi vermesi değil.

Bir Netflix yapımı olan dizinin Amerikancı yanını, ilk iki sezonda neredeyse her sahnede bulunan Amerikan bayrakları ile banal bir şekilde deneyimlemiştik. Üçüncü sezon ise bizi Sovyet Rusya bayrağıyla karşılıyor. İlk iki sezonda CIA’in gerçek hayatta 1950-60 yılları arasında zihin kontrolü ve “davranışsal mühendislik” amacıyla MKUltra deneyleri aracılığıyla gerçekleştirdiği sayısız yasa dışı deney, Eleven karakteri üzerinden diğer dizi karakterlerinin düşmanını CIA olarak belirlemişti. CIA’in korkulası derin gücünü ve dünyayı kontrol etmeye yeten veri-deney birikimini alt metinde tutarak vakıf olunamaz, ön görülemez bir güçle ilgili komplolar yaratıp insanların hayatlarının gerçekliğine sızan senaryolarla CIA’i eleştirmek, herhangi bir Amerikan yapımı için yeni bir şey değil. Son sezondaki anti-Sovyetik tema ise dikkat çekici derecede karikatürize. Sırayla gidecek olursak 2. sezonda Eleven ve dostlarının hayatları pahasına kapattıkları “kötülüğe” açılan deliği, bu sezonda Ruslar açmaya çalışıyor ama sezon boyunca bunu neden yaptıklarını bir türlü öğrenemiyoruz. Bunu yapmaları için bir sebep göstermediğinizde –oysa CIA’in insanlık dışı olsa da yaptıkları için sunduğu bir sebebi vardı- bir grup “delinin” sırf insanlara zulüm olsun diye o deliği açmaya çalıştığını düşünüyorsunuz, ama buradaki anti-Sovyetik motivasyonu asıl inşa eden şey dizinin düşmanını kötülük timsali olarak göstermekten ziyade onu özne olmaktan yoksun kılması. Yani diziyi şöyle izliyorsunuz; bir grup komik, tatlı ve zeki Amerikalı insan, neyi, ne için yaptığı belli olmayan ve kendini yalnızca şiddetle ifade eden bir “şeye” karşı savaşıyor. Bu noktada dizi boyunca Rusları yalnızca şiddet sahneleri içerisinde gördüğümüzü belirtmemize gerek yok sanırım. Gerçi insanca diyalog kurulan bir Rus mühendis var. Kendisi, dizinin en sevilen yetişkin karakteri Hopper tarafından kaçırıldıktan sonra arkadaş olunan ve serbest bırakıldığı halde “yoldaşlarının” gazabından korktuğu için geri dönmeyen bir mühendis. Bir milkshake karşılığında –niye yapıldığını bilmediğimiz- bu projenin tüm detaylarını Amerikalı arkadaşlarına anlatan mühendis, Amerikan Kurtuluş Günü’nde bir panayırda eğlenirken kulağına “hain” denilerek vuruluyor ve Amerikalı arkadaşlarıyla beraber olduğu inanılmaz bir dramatik sahne ile bizlere veda ediyor.

Dizi boyunca farklı diyaloglarla Amerika’nın da katlanılmaz bir yer olduğu ama –en azından- özgür olduğu vurgulanıp duruyor. Dizideki küçük, tatlı kapitalizm eleştirisi ise biraz ikircikli. Tüm bu maceraların geçtiği kasabaya bir AVM açılıyor ve bölgedeki yerli esnaf teker teker batıyor. Belediye Başkanı ise bu konuda tabii ki AVM’yi destekliyor, çünkü karşılığında para alıyor ama bilin bakalım AVM’yi kim yaptırmış? Ruslar! Altına karargâh kurabilmek için! Asıl ilginç olan başka bir şeyse tüm esnaflar bunun için Belediye binası önünde protesto yaparken kahramanlarımızın hiçbiri orada değil –batan bir dükkânı olan Joyce bile-. Yani dünyayı kurtarmaya cüret eden bu arkadaşların kendi kasabalarının maddi sorunları içerisinde kahramanca bir tavır aldıklarını ne yazık ki göremiyoruz.

Geçtiğimiz günlerde Çernobil dizisi üzerinden güncellenen anti-Sovyetik propaganda tartışmalarını Çernobil gibi bir felaket dizisi olan Stanger Things üzerinden de yürütmek mümkün. Öngörülemez, büyük bir tehlike farklı temalarla insanlığın sonunu getirmeye gelmiştir ve insanlık ya “doğası gereği” daha cesur olan bir takım insanlar tarafından ya da Amerikan askerleri tarafından kurtarılır. Bu temanın, insanları gerçek hayattaki çelişkilerden uzak tutmaya yaradığı, insanlar komplo teorilerini sevdikleri ya da ölümü gösterip sıtmaya razı ettiği için popüler olduğunu söyleyenler var fakat anti-Sovyetik propaganda tartışmasında tüm bunların yanında McCartism üzerine konuşmak yararlı olacaktır. Adını ünlü ABD Senatörü Joseph McCarthy’den alan kavram, 1940’ların sonlarından 1950’lerin sonlarına kadar ABD’de yürütülen anti-komünist ve anti-Sovyetik politikaların motivasyonunu tanımlar. “Kızıl tehlike” olarak anılan ve bu yönüyle adını anmaktan bile imtina edilen düşman, ABD toplumunu mobilize etmek için bir araç olarak kullanılırken savaş içerisinde olan bir devlet için “milliyetçiliği” güdülemeye de yaramıştır. Üstelik bunun için kullanılan bilgilerin doğru olup olmaması veya mantıklı bir zemine oturması hiç önemli değildi. Bu dönemde Amerikalı komünistleri temizlemek ve “öteki” olarak tanımlamak için kullanılan mekanizmalar hukukta, basında, sanatta ve dahi eğitimde geniş bir yelpaze içerisinde kullanılıyordu. Sovyetler yıkılalı neredeyse 30 yıl olmasına rağmen zihinlerdeki Sovyet Rusya algısını nefret edilesi, bir o kadar da korkulası “şey” olarak tanımlayarak üzerine düşünmeyi, maddi şartları içerisinde onu değerlendirmeyi başarılı şekilde önlemiş olan bu politikalar bugün hala neden bu kadar güncel tutuluyor dersiniz? Kim bilir, bu her şeye kabil büyük güçlerin belki de “hala” dünya halklarının iradesine dayanan yeni bir devrimci kalkışmadan imtina etmeleri gerekiyordur…

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Ağustos 2019 tarihli 14. sayısında yayınlanmıştır.