Hukuksal Renklerle Boyanmamış Gözlükler

Türkiye’de devrimciliğin ışıltısını, popülerliğini, gerçek bir hareket olarak varlığını kaybettiği bugünkü koşullarda kırılmalara sebep olması beklenen toplumsal olaylar siyasi bağlarından soyutlanarak hukuki bir meseleye dönüşüyor. Bu durum devrimci nitelikte bir hareketin olmadığı dönemdeki geri çekilmenin, siyasetin sınırlı alanlarda, sınırlı mahallelerde, belirli kimlikler üzerinden yürütülmeye çalışılmasından kaynaklanmaktadır. Oysaki “din, aile, devlet, hukuk, ahlak, bilim, sanat, vb., tikel üretim biçimlerinden başka bir şey değildir ve genel üretim yasasına uyarlar (MARX, 1986: 191).” Hukuk, devlet ile bağımlı bir varoluş içerisindedir. Devletin yaptığı her şey bir bakıma hukuktur. Bundan dolayı devletin her hareketi hukuka uygundur. Ve aynı şekilde hukukun varlığının devletle koşullu olması gibi yok oluşu da devletin yok oluşuyla birdir. Kapitalist sistemde devlet gibi hukuk da siyasal iktidarın sahibi olan burjuva sınıfının çıkarına hizmet eder. Devlet aygıtı karşısında verilen mücadelenin hukuk nezdinde de verilmesi gerektiği açıktır.

Hukuk alanında yürütülecek bir devrimci mücadelenin, sınıflar arası iktidar savaşındaki önemi, hukukun kendisine ait bir adalet olgusu içermesinden, yüceliğinden ya da üstünlüğünden değil siyasal iktidarın kendi sınıfsal çıkarları için hukuk ile toplumu sarmış olmasındandır. Bundan dolayı diğer alanlarda verilen mücadeleler gibi hukuk mücadelesinin kazanım vermesi de devrimci mücadelenin varlığına bağlıdır.

“Burjuvazinin hukuk hayali işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu bütünüyle ifade etmeye yetmez. İşçi sınıfının kendisi, şeylere ancak kendi gerçeklikleri içinde, hukuksal renklerle boyanmamış gözlüklerle bakarsa, bu durumu [proleterleşme durumunu -OK] tam olarak tanıyabilir.” Hukuksal renklerle boyanmamış bakış açısı ise tarihsel maddeciliktir: “Marx materyalist tarih anlayışıyla, insanların bütün hukuksal, siyasal, felsefi, dinsel vb. düşüncelerinin, son tahlilde onların ekonomik yaşam koşullarından, ürünleri üretim ve değişim tarzından geldiğini tanıtlayarak işçi sınıfına bu iş için yardım et[miştir]”

(ENGELS/KAUTSKY, 1995:253).

Toplumsal olayların hukuki bir mesele olarak yorumlanması, avukatlar, mahkemeler ve mahkemeden çıkan kararlar üzerinden yürütülecek bir mücadele olarak kalması devletin tedvini olan hukuk aygıtının içerisinde kıstırılıp hukukun iç çelişkilerinden dolayı bir ihtimal dahilinde çıkabilecek sınırlı olumlu sonuçlardan medet ummak, bundan devrimci nitelikte bir netice çıkmasını beklemektir.

Hukukun kendi iç çelişkilerine etki eden bütün yasalar, anayasalar, mahkemeler nezdinde kazanılmış bütün hukuki kazanımlar sınıf savaşları tarihinde iktidar karşısında verilmiş siyasi mücadeleler ile kazanılmıştır. Bu çatışmada sınıfsal ilişkilerini, birbirlerinin çıkar ilişkilerini koruyan hükümeti, yargısı, medyası, kolluğu ile örgütlenmiş sermaye devleti karşısında savunmayı avukatlar aracılığı ile yürütülen bir hukuk mücadelesi gibi algılamak bu davaların siyasi konumunu kaçırmak demektir. Bu hata avukatlık yapanı devrimci, en iyi avukatlık yapanı en iyi devrimci saymaya sebep olmakta. Devrimciliğin sadece bir mesleki faaliyet içerisinde yürütüleceğini sanmak onu belli akademik eğitimden geçmiş, meslek ve kariyer sahibi olmuş bir kesime mal etmeye sebep oluyor. Devrimcilik bu örgütlü güç karşısında avukatı, mimarı, doktoru, öğrencisi, işçisi, işsizi, güvencesizi ile örülecek bir güçtür. Faşizan eğilimleri olan sivil diktatörlük rejimi güdümündeki hâkim, savcı, mahkeme, kolluk gibi hukuksal aygıtlar gözaltılar, uzun süren tutuklamalar, soruşturmalar, cezalar ile saldırmakta ve sermaye devletinin çıkarını gözeten kişi ve kurumları ise cezasızlık ve aklama ile savunmaktadır. Çünkü hukuk kuralının uygulanması gibi uygulanmaması da toplumsal çatışmada kazanılmış bir iktidar gücüdür.

Geçtiğimiz günlerde duruşmaları görülen 301 maden işçisinin katledildiği Soma davasında hiçbir sanığın yeterli ceza almaması, Gezi davasında yargı ve mahkeme önünde tartışılmayacak kadar meşru bir zeminde olan Gezi kıvılcımının bu süreçte yargılanması, diğer taraftan 25 kişinin hayatını kaybettiği Çorlu tren katliamı davasında avukatların ve ailelerin gösterdiği direnç ile mahkeme kapılarının kırılıp mahkeme heyetinin çekilmesi, Aladağ’daki yurtta 12 kişinin yanarak ölmesi üzerine yeterli olmayan ama belki kazanım diye adlandırılabilecek cezalara hükmedilmesi, Anayasa Mahkemesi’nin Barış İçin Akademisyenler davasında ihlal kararı ve bu davalarda mahkemelerin, savcıların, hakimlerin konumu ve tutumunun davalar arasında gösterdiği değişiklik hukukun kendi iç çelişkilerini ortaya seren örneklerdir.

Tabii ki bu dava süreçlerinde avukatların aldığı cesur ve çatışmadan çekinmeyen tutumları göz ardı edilmemelidir. Mesleğini icra etmenin suç sayıldığı, mesleği ve mesleği icra edenleri korumakla mükellef barosunun pasifize olması ve iktidarın seçim propagandasının parçası olmaktan öteye geçemediği, avukatlık ruhsatını vermeme, bekletme, iptal etme gibi yöntemlerle avukatlık yapmanın engellendiği dönemde böyle bir irade koymak takdire değerdir. Ama bu irade siyasal olarak örgütlenmiş devrimci bir çizgiye geçmediği sürece toplu mağdurların avukatlığı veya devrimcilerin avukatlığı çizgisinin sınırlarını da geçemez. Günümüzde yürütülecek hukuk mücadelesinin de ancak bu siyasi mücadele ile yürütülmesi bir sonuca ulaştırabilir. Siyasi olarak örgütlenmemiş, yan yana gelememiş bir hat hukuk mücadelesinde atıl kalmaya mecburdur. Hukuk mücadelesinin sonuç verebilmesi, burjuva hukukunun reddedilmesi ve hukuku “hukuksal renklerle boyanmamış gözlükler” giymeden tarihsel maddeci çizgiden algılamaktan geçiyor. Bu süreçte tartışılması gereken devrimci mücadeleyi yaratmak, bu devrimci mücadeleyi hukuk alanına taşıyıp kendi devrimci avukatlarını ve devrimci pratiklerini yaratmaktan geçiyor. Proleter devrimciliği hukuk mücadelesi içinde de sürdürecek, sınıfla ve toplumsal hareketlerle bağını koparmayacak, hukuku tarihsel konumu ile algılayacak bir hukuk pratiği geliştirilmelidir. Bu pratik içerisinde üretilmeyen bir hukuk ise devrimcilikten uzak olduğu kadar mevcut toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminden başka bir işleve sahip olamayacaktır. 

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Ağustos 2019 tarihli 14. sayısında yayınlanmıştır.