İki Kitap, İki Tavır-2

Bir zamanlar bu ülkenin gençleri Deniz, Mahir ve İboların açtığı yoldan yürümek üzere, onlarla aynı yaşlarda ölmeyi göze alarak kitleler halinde devrimcileşiyorlardı.   Marksizm etkisiyle sürdürülen bu devrimciliğin yerini, bugün ezilen ulus devrimciliği aldı.  Kitaplarda anlatılanlar, bu döneme ait birey, örgüt ve olaylardır. Bunların kişisel nitelikte olanlarını bir yana bırakarak siyasi amaç taşıyanları dikkate alıyor ve bunu da ikiye ayırıyoruz: Materyalist bir tarih anlayışı çerçevesinde bugünün mücadelelerine nesnel değer taşıyan girdiler sunanlar, idealist bir tarih anlayışı çerçevesinde değişik biçimler altında geçmişe öykünenler. Buna göre Azad Sağnıç’ın kitabını birinci grupta, Selim Açan’ın kitabını ikinci grupta görüyoruz. Bu ayrımı sözü geçen devrimci mücadelelere değer biçme amacıyla değil, bugününün gereksinimlerini ne ölçüde karşıladıklarına göre yapıyoruz.

Geçmiş her zaman bugünün gereksinimleri tarafından belirlenmiş bir bilinç çerçevesinde ele alınır. İster eski bir gözlemi, isterse geçmişi yaşamış ama bugün anlatan birinin yazdıklarını okuyor olalım; anlatılanların ve bizim bunu ne kadar anladığımızın belirleyicisi şu anki gerçekliktir. Bu durumu Marx’ın ifade ettiği gibi “bilincimizi belirleyen toplumsal varoluş koşullarıdır, varoluşumuzu belirleyen bilincimiz değildir” diye tanımlayabiliriz. İfade ettiğimiz düşünceler her zaman niyetlerimiz ve onları ortaya koyuş biçimimizin ötesinde, içinde yaşamakta olduğumuz koşullar çerçevesinde düşünen insanlarca değerlendirilir. Dolayısıyla biz düşüncelerimizi nesnel ölçütlere göre ele alınabilecek biçimde ifade etmezsek, okuyanların bunları anlayıp kendi koşullarıyla ilişkilendirmeleri çok zor olacaktır. Çünkü herkes ne yazıldıysa öyle okuyup anladığını ileri sürse bile, yazılanları kendi varoluşu çerçevesinde yorumlayacak ve gereksinimleri doğrultusunda kullanacaktır. Bu nedenle geçmişi yaşamamış birinin kişisel bir dille yazılmış kitaplardan çıkartabileceği sonuç  “iyi anne ve babalar, kahraman kişilikler, acımasız işkenceciler, sıkı dostluklar” misali öznel ve tekil olaylara duyulan hayranlık ya da nefretten öteye geçmeyecektir. Şüphesiz bunlar da önemlidir. Ama daha önemlisi, tüm bu tekil özelliklerin ortaya çıkışına hangi toplumsal koşulların olanak verdiğini, bu koşullara ne tür çelişkilerin yolaçtığını ve kişilerin ya da örgütlerin bütün bu somut olgular karşısında nasıl konum aldığını öğrenmektir.

Ancak buna karşılık olarak,  bir anı kitabının bilimsel eser olmadığı ve anlatılanların zorunlu olarak kişisel nitelik taşıyacağı ileri sürülebilir. O zaman şunu sormak gerekir: Devrimciler anı yazar mı? Yanıtı açık olmalıdır: Devrimci anı anlatmaz. Çünkü anı, kişisel bir hayata aittir. Oysa devrimcilik, kendini toplumsal bir mücadeleye adamaktır ve bir devrimcinin yaşadıkları zaten kendine ait değildir. Bunun olsa olsa nesnel bir dille aktarımı olabilir. Böyle bir eser bilimsel nitelik taşımasa bile, bilimsel çalışmalara katkı verir. İşte bunun yapılıp yapılamayışı, doğrudan doğruya yazarın tarih anlayışıyla ilgili bir durumdur.

“Tarih sınıf mücadeleleri tarihidir” diyordu Marx. Oysa tarih ulus, ırk, inanç, soy, kişiler vb. arası mücadelelerle doluydu. Bu karmaşa, birçok kişinin tarihi rastlantılardan ibaret ya da kendini tekrarlayan bir “iyi-kötü mücadelesi” gibi görmesine yol açıyordu. Marx bütün bu çatışmaların belli bir işleyiş düzeni olduğunu ortaya koymak amacıyla “sınıf” ve “sınıf mücadelesi” kavramlarını kullandı. Çünkü “sınıf” kavramı farklı çıkarları ortak bir maddi paydada toplamaya ve sayısız çıkar kavgasının aslında farklı paydalar arası maddi bir çatışma olduğunu anlatmaya olanak veriyordu. Böylece sınıf soyutlaması yardımıyla gerçek kişiler arası çatışmaların işleyiş yasalarını tanımlamak mümkün oluyordu.

Tarih bir durumun ya da olgunun diğerine evrildiği süreçlerden değil, belli maddi çelişkilerin belirlediği ve önemli toplumsal altüst oluşlar yoluyla birinden diğerine geçilen dönemlerden oluşur. Materyalist tarih anlayışı çerçevesinde kişiler, düşünceler, dolayısıyla sözkonusu kitaplarda geçenlere benzer devrimcilik örnekleri ancak dönemin çelişkileri temelinde ve koşulların genel kuşatıcılığı içinde ele alınabilir. Örneğin bir devrimci geçmişteki bir X kişisi hakkında, bir ilkokul öğrencisinin sıra arkadaşının saçını çekerken kullandığı sözcükleri kullanmamalıdır. Bir olay değerlendirilirken gerçeklerin görülmesi kişinin durumuyla yakından ilintili olabilir ama anlatımlar bunun üstüne kurulamaz. Çünkü gerçekler kişilerin bakış açısına bağlı değildir, somut çelişkilerin bir parçası olarak vardır. Ve kişi o gerçeğe kendi keyfince seçtiği bir noktadan baktığını düşünse bile, aslında o gerçeği belirleyen çelişkinin etkisi altında seçim yapıyor ve o gerçeğe öyle bakıyordur.

“Bana Beyaz Bir At Getirin” kitabı da bir anlamda anılardan bahsediyor. Ama yazar olayları aynı dönemi yaşamış farklı kişilerin ağzından anlattığı için konu edinilen Orhan Keskin’in hangi dönemin ve koşulların bir parçası olduğunu nesnel olarak anlamak mümkün oluyor. Dönemi bilmeyen biri bile, anlatım sayesinde aynı noktaya farklı açılardan bakma olanağı bularak nesnel bilgi edinebiliyor. Kitabın yerine getirdiği işlev, kusurlarını siliyor.

Buna karşılık Açan’ın kitabında-doğruluğu yanlışlığı ayrı konu- değerlendirmeler kişisel bir gözle yapılıyor. Direnen ve direnmeyen elbette bir değildir. Ama sonuç değişmemişse, bu anlatımlardan bugün sonucu değiştirmek isteyenlere kalan nedir? Açan şöyle yanıt veriyor: “ Geleceğin tohumları bir yönüyle nasıl bugünün bağrında filizlenip olgunlaşıyorsa, bugünün neden ve nasıl böyle şekillendiğinin ipuçları da geçmişte aranmalıdır.” (S.48)

Yukarıda da değindiğimiz üzere bu cümle idealist bir tarih anlayışının ifadesidir. Hayat tohum-filiz diyalektiği biçiminde Hegelci bir anlayışa göre değil, Marx’ın belirttiği gibi maddi çelişkiler temelinde ve yeniden üretim biçiminde ilerler. Ama bunlar önemli değildir, bize Açan’ın kitabından gerekli dersi çıkartıyoruz. Açan 17 yaşında sorgudayken verdiği bilgiye gönderme yaparak şöyle diyor: “ Gayrettepe’deki işkenceler sırasında bir kez bile “ah” demeyip “işkencecilerin elinden ekmek yemek benim kitabımda yazmaz” tavrıyla açlık grevi yapacak kadar çıtayı yükseğe koymamın nedenlerinden biri de sanıyorum on yedi yaşındayken yaşadığım bu utancın kirinden arınma isteğiydi.”

Devrimciler anı anlatmaz, hatalarından ders çıkartır ve mücadelenin gerektirdiği biçimde, söz ya da eylemleriyle özeleştiri yaparlar. Ya da eğitici amaçlarla bilimsel bir değerlendirmede bulunurlar. Anı yazmak, hele bu sırada övünmek ya da pişmanlıkla “keşke” demek, ununu eleyip eleğini duvara asanların işidir…

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Ağustos 2019 tarihli 14. sayısında yayınlanmıştır.