İsyan Bulaşıcıdır

Kişiler okuyup araştırarak, kitleler yaşayarak öğrenir. Bugünlerde, ezilenlerin sömürü ve zulme karşı yüzyıllardır yanık tuttuğu isyan ateşinin bir dizi ülkede parladığına tanık oluyoruz. Bu, çoğu zaman sokağındaki sorundan bile haberi olmayan ülkemiz solunu da heyecanlandırmış görünüyor. Analiz üstüne analiz döktürüp, akıllar veriyor. Elbette dünyanın neresinde olursa olsun, ezilenlerin mücadeleleri yolumuzu aydınlatıyor. Ama önce yanlış yorumları aradan çıkartıp,  olayları doğru bir bakış açısıyla ele almaya çalışalım.

Egemen medya ve onun dilini sorgulamadan kullanan bir kısım sol, ülke adlarını alt alta sıralayarak “küresel isyan” diyor. Şili’den Hong Kong’a, Haiti’den İran’a aynı dünyada ve zamanda yapılmaları dışında ortak yanı bulunmayan isyanları bir torbaya dolduruyor. İçeriği belirsiz “temsil krizi”, “anti-otoriterlik”, sanki kapitalizmden farklı bir şeye karşı çıkılıyormuş gibi yorumlanan “neo-liberalizme direnmek” ve soyut özgürlük hedefleri eylemlerin ortak gerekçesi olarak gösteriliyor. Buna biraz “küresel iklim krizi” sosu, “Brexit, laiklik, sürdürülebilirlik” ekleyerek önümüze ‘yeni tip bir başkaldırı’ salatası koyuyor. Ve ekonomist bir zihniyetle, yoksulluğu isyanın nedeni gibi gördüğü için başlangıç tarihi olarak da “2008 krizini” gösteriyor. Kapitalizm o zamandan beri toparlanamadığından dolayı isyan ediliyormuş. Yani toparlansa, edilmeyecek. Yeni bir durum karşısında olduğumuz böylece kanıtlandıktan sonra, geriye parti, sendika, devrim gibi geleneksel mücadele araç ve yollarının eskidiğini söylemek kalıyor. Artık kitlelerin kahramanları devrim önderleri değil, gösterilerde posterleri taşınıp, maskeleri takılan “joker” ve “vandetta”dır!

 Somut durumu anlamaya çalışırken, her şeyi açıklar görünen genellemeler yapmak yanıltıcı olur. “Küresel isyan” başlığı altında kullanılan kavramlar da böyle bir rol oynuyor. Küresel mücadeleler yeni değil, hep vardı. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’yu Avrupa’da 1848 ayaklanmalarının beklendiği bir dönemde yazması, Lenin’in emperyalizmi kapitalizmin en yüksek aşaması olarak tanımlayıp  “bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin” çağrısı yapması boşuna değildi. “Temsil krizi, otoriterlik” gibi konulara gelince:

Parlamentolar artık toplumu temsil edemediğinden kriz yaşandığı gerekçesiyle, yeni bir temsil sistemine geçilmesinden bahsediliyor. Bunun, kapitalizmi boyayıp tekrar satmaya çalışmaktan başka anlamı yok. Parlamento, burjuvazinin çelişen çıkarlarını uzlaştırıp toplum üzerinde kolektif egemenlik kurmasına hizmet eder. Ezilenlerin buralardaki temsili hiçbir zaman sembolik olmanın ötesine geçmez. Bu “kriz” değil, düzenin olağan işleyiş biçimidir.

Geçen yüzyılın başından beri, dünya ezilen halkların ve işçilerin kapitalist iktidarlara karşı kesintisiz mücadelelerine sahne oluyor. Sürecin herhangi bir zaman aralığında, birçok ülkede mazlumların mücadele verdiğini görmek mümkündür. İki büyük devrim, onlarca ulusal kurtuluş savaşının zafere ulaşarak sosyalizme yönelmesi ve burjuvazinin devleti uzun yıllar boyu kamu yararı gözeterek işletmek zorunda kalması hep bu mücadelelerin sonucudur. Kapitalizm ortaya çıktığı andan itibaren dünyaya yayılma eğilimi gösteren, kısa sürede bunu gerçekleştirerek emperyalist aşamaya ulaşan ve girdiği her yerde kendi muhalefetini yaratan bir üretim biçimidir. Bu yüzden direnişler dünyaya kapitalizmle eş zamanlı olarak yayılmıştır.

Elbette ezilen mücadelelerinde eksikler oldu. Ancak bunlara ve sosyalizm girişimlerinin başarısızlıklarına bakarak, mücadele mirasını reddedemeyiz. Sınıf mücadelesi, galibiyetle sonuçlanması gereken bir spor karşılaşması değildir. Bu süreçte elde edilen zaferler kadar yenilgiler de gelip geçicidir. Yanlışlar, ancak yeni devrimlerle düzeltilebilir.

Bugün küresel ölçekte örgütlü biricik güç burjuvazidir. Ama bu özel çıkarlara dayalı,  işbölümü ve hiyerarşik dizilişin yanı sıra tekelci ve rekabetçi eğilimlerle de bölünmüş bir örgütlülüktür. Her bir burjuva bu parçalanmışlığı yaşar. Düzenin devamı açısından ortak çıkarlara göre davranması gerekirken, kendi somut koşullarında en yüksek kârı sağlamaya çalışır ve sınıfıyla ters düşer. Kapitalizmin bu kaotik işleyişi, toplumların özgün çelişkilerini yaratır. İsyanlar da bu temelde farklılıklar gösterirler. Güney Amerika’daki cılız dayanışmayı ve Şiilerin yardımlaşmasını bir yana bırakırsak, diğer isyanlar arasında bir bağ bulunmuyor. Bu yüzden; amaç, örgüt, eylem ilişkisi olmayan isyanlara küresel nitelik atfedemeyiz. Bunların bazıları kendi coğrafyalarıyla sınırlı ve uzun süreli direnişlerdir. Birçoğu güncel taleplerden öte geçmeyen kendiliğinden eylemlerdir. Kaldı ki, küresel isyandan bahsedenler de zaten hepsini değil, daha çok egemen medyanın gösterdiğini ya da kendi önemsediklerini görüyorlar. Tıpkı ülkemizdeki mücadeleler karşısında yaptıkları gibi.

Kendiliğinden de olsa isyanlar yönetenlere karşı bir eylem olarak her zaman siyasi nitelik taşır ve tüm siyasi öznelerin müdahalesine açıktır. Eğer ezilen örgütlerinin yeterli gücü yoksa, inisiyatif egemen sınıfın liberal, faşist, reformist öznelerinin eline geçer. Bu yüzden ne söylendiğine, kimin yaptığına bakmaksızın ve kimseye akıl vermeye kalkışmadan;  isyancıların yanında olmak gerekir. Nitekim birçok ülkedeki eylemlerde, her siyasi görüşün sembolünü görüyoruz. Ancak orada olmak yetmez,  kitleler açık taleplerle ve uzlaşmaz bir iradeyle davranmadığı sürece örgütlü bir eylemden bahsedilemez.

Eğer siyasi iktidar aptal değilse,  kendiliğinden bir eylemi hızla sonlandırabilir.  Nitekim İran, Lübnan, Hong Kong, Şili, Ekvador ve Kolombiya’da hükümetler zamları geri çekerek ya da yolsuzlukların üstüne gidecekleri sözü vererek uzlaşma yolunu seçmişlerdir.

Yoksulluk ve yolsuzluk toplumda hoşnutsuzluk yaratır ama kendiliğinden bir isyan nedeni değildir.  Kitleler yoksullaştıkça değil, siyasi bilinç düzeyine bağlı olarak isyan ederler. Bir ağacın kesilmesi, çocuğun öldürülmesi ya da 30 sentlik bir zam kararı isyan için yeterli olabilir.  Şili, kişi başına milli geliri 23 bin Dolar dolayında ve Güney Amerika’nın refah düzeyi en yüksek ülkesidir. Öte yandan, Hong Kong kişi başına 65 bin Dolar gelir düzeyiyle dünyanın en zengin yerlerinden biridir. Buna rağmen kitlelerin hapislik, yaralanma ve ölümü göze alarak sokağa çıkışını yoksullukla açıklayamayız; ancak var olanı kaybetme endişesi söz konusu olabilir. Bunu isyana çevirmek de ancak siyasi duyarlılıkla mümkündür.

İşçici ve sendikalist sol, isyanlarda sürekli işçi ya da “prekarya” arıyor. Şili’de isyanı lise çağında gençler başlattı. Arjantin’de sağ liberal Macri yönetimini seçime gitmeye zorlayan ve sol liberal Fernandez’in kazanmasına yol açan eylemleri kadın hareketi başlattı. Yine Ekvador’da iktidara diz çöktüren kadınlar oldu. Kolombiya’da FARC’dan sonra mücadeleyi sürdüren ELN ve sendikaların çağrısıyla kitlesel eylemler başlayınca, hükümet geri adım attı. Fransa ve Hong Kong’da orta sınıflar isyan ediyor. İran, Lübnan, Cezayir, Sudan gibi uzun iç savaş ve savaş yaşamış toplumlarda siyasi duyarlılık üst düzeydedir. Buralarda her kesim taleplerini dile getirmek için sokağa çıkmaktan çekinmez. Ancak bu durum yönetenlerin yönetemez hale geldiği anlamı taşımaz, nispeten barışçı toplumlara göre çelişkilerin daha üst düzeyde yaşandığını gösterir. Bu yüzden İran’da halk her sokağa çıktığında ABD başkanı gibi “halk mollaları istemiyor” yorumu yapmak, yanıltıcıdır. Kaldı ki İran ve Lübnan’daki sorunların sorumlusu yalnızca iktidarlar değildir, ABD ve İsrail’in bu ülkeleri kendini savunmak zorunda bırakması ve ambargolar da hesaba katılmalıdır.

Ülke solunun isyandan saymadığı direnişler de var. Örneğin, Yemen’de bir vekâlet savaşı sürdüğü kanaati yaygın. Yemen, aşağıdan yukarı silahlı mücadeleyle devrim yapılan tek Arap ülkesidir. 1967’de iktidar İngiliz sömürgecilerinin elinden alınmış ve “Demokratik Halk Cumhuriyeti” kurulmuştur. Stratejik önemi nedeniyle bugün Arap gericiliği ve emperyalizmin hedefidir. Benzer biçimde, TC’nin bir askeri üssü ve yatırımları bulunan, din adamları ve polisini eğittiği Somali’de cihatçıların yabancıları ülkeden kovma mücadelesi görmezden geliniyor. Yeni sömürgeci amaçlarla Türk heyetleri buraya her geldiğinde, direniş örgütleri eylemler düzenliyor. Öte yandan Sudan’da halkın ısrarlı direnişiyle askeri yönetim seçime gitmeyi kabul etti ama buradan akılda kalan, medyanın günlerce tekrarladığı dans eden kadın görüntüsü oldu. Oysa Sudan Afrika’nın eğitim düzeyi en yüksek ülkelerinden biri ve tarihsel mirası arasında güçlü bir komünist hareket geleneğinin yanı sıra, Muhammet Taha gibi tutarlı demokrat bir Müslüman önder yer alıyor. Ama solumuz ne bunlarla, ne Hong Kong’da yaşananların arkasında Çin’de sendikal mücadele örgütleyen Maocu grupları bastırma amacının da olduğuyla, ne Bolivya’da seçim kazanmanın iktidarda kalmaya yetmediğiyle ilgileniyor. Ve ezberine uymayan hayatı yok sayarak yaşayıp gidiyor. Direniş emek ister, hayatın bunu bize kolay yoldan sağlayan bir işleyiş düzeni yoktur.

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Aralık 2019 tarihli 16. sayısında yayınlanmıştır.