Kapitalizmi Virüs Değil İşçi Sınıfı Yıkabilir

Covid-19 Kapitalist Kriz

Bu yazı, Komite Dergisi’nin, Covid-19 salgını nedeniyle dijital ortamda yayınlanacak olan Nisan 2020 tarihli 18. sayında yayınlanacaktır.

Covid-19 salgınının daha ne kadar süreceği, ekonomileri nasıl etkileyeceği, ne tür dönüşümlere yol açacağı belirsiz. Bütün kesimler gerek sağlık açısından gerek ekonomi açısından önlem alma çabasında. Bu süreçte de en olumsuz etkilenen emekçiler. Bir yandan işini kaybetme korkusu, diğer yandan hayatını tehlikeye atarak çalışmak zorunda olmaları. Çalışsalar bir türlü çalışmasalar bir türlü!

Aslında bu süreç emekçilerin üretimden gelen güçlerinin daha net görülmesini de sağlıyor: Birçok sektörün durma noktasına geldiği koşullarda işçilerin çalış(a)madığı durumda hayatın da duracağı belirgin bir biçimde görülüyor. İşçilerin hayatı bir yandan tehlikeye atılırken bir yandan da açıklanan destek paketlerinde işçilere de doğrudan desteklere yer verilmek durumunda kalınıyor (Türkiye ise bu açıdan en “patron yanlısı” ülkelerden biri şimdilik).

Salgının patlak vermesinden önce de dünya ekonomisinde işler pek yolunda gitmiyordu (hatta 2008 krizinin de tam aşılabildiği söylenemez) ve dünya ekonomisi durgunluğa yakındı (özellikle Japonya, AB ve ABD). Finansallaşmanın şiddetlenmesiyle varlık fiyatları şişmiş, borçluluk oranları yükselmişti. Bu parasal genişleme ve finansallaşma süreci gelir ve servetin eşitsiz dağılımını da artırdı. İşçi sınıfının örgütlülük düzeyinin zayıf olması ise kapitalistlerin bu süreçte kayda değer bir engelle karşılaşmamasına neden oldu.

ABD’de 2008’den beri şirketlere sağlanan ucuz fonlar nedeniyle finans dışı şirketlerin borçları son 10 senede yaklaşık 3 trilyon dolardan 6,5 trilyon dolara çıktı. FED’in parasal genişlemesi sonucu artan bu borçlar ise yatırıma gitmedi, finans kuruluşları bu fonların önemli bir kısmını gelişmekte olan ülkelere portföy yatırımı olarak ihraç ederken, finans-dışı şirketler ise borsadan kendi şirketlerinin hisselerini satın aldılar. Toplam borçlar ise dünya GSYH’sinin üç katını aşmış durumda. Bu koşullarda bu borçların önemli bir kısmının da ödenemeyeceği açık. Ödenemeyecek duruma gelen borçlar nedeniyle batacak şirketler başka sektörleri de etkileyecek. Örneğin ekonomideki yavaşlamaya Rusya ve Suudi Arabistan’ın arz artışının da eşlik etmesiyle petrol fiyatlarının baş aşağı gitmesi, ABD’deki petrol firmalarını iflasın eşiğine itti: Bu firmalar ve benzerleri borçlu oldukları finans kuruluşlarını da doğrudan etkiliyor.

Üstüne üstlük, 2008 krizi dönemine göre vaziyet daha yönetilebilir de değil. Merkez bankalarının müdahale edecek pek fazla yerleri kalmadı. FED kendine ufak bir hareket alanı yaratmıştı ama bu fırtınada onun da esamesi okunmadı. Avrupa Merkez Bankası zaten negatif faiz durumundan kurtulamamıştı. Diğer büyük merkez bankaları da gevşek politikalara devam ediyordu. Yani dünya zaten bir likidite bolluğu içindeydi, bunu çeşitli yöntemlerle daha fazla artırmak bir işe yaramayacaktı, yaramadı da. Ayrıca o dönem dünya ekonomisini iyi kötü sürükleyen Çin’de de daralma gündemde artık.

Bu haliyle devletlerin daha aktif bir şekilde müdahale etmesi gündeme geldi kaçınılmaz olarak. Aksi takdirde ekonomiler durma noktasına gelecekti. Bu da neoliberal paradigmaya taban tabana zıt uygulamalara yol açtı. AB kamu harcamalarıyla ilgili sınırlamaları askıya alırken İngiltere çalışanların maaşlarının %80’ini (2500 pounda kadar olan kısımla sınırlı olmak üzere) ödeyeceğini açıkladı. ABD’nin açıkladığı 2 trilyon dolarlık paket ise sadece sermayeye teşvikten ibaret değildi bu sefer. Yıllık kişisel geliri 75 bin doların altında olan haneler için (çiftler için toplam yıllık gelir 150 bin doların altındaysa) bir kereye mahsus olmak üzere yetişkinlere 1200 dolar çocuk başına da 500 dolar ödeme yapacaklar. İşsizlik sigortası koşulları iyileştirilirken sağlık hizmetleri için de 150 milyar dolar ayrıldı.

Bütün bunlar bütçeye bir yük olmakla beraber sistemin devamlılığı için devletler bu yüke katlanmaktan çekinmiyor. Bu noktada en çok dikkat çekici unsurlardan biri de, ABD’nin “helikopter parası” diye tabir edilen parayı dağıtma kararıyla beraber “vatandaşlık geliri” veya “evrensel temel gelir” kavramlarının da ön plana çıkması oldu. Bu süreçte kapitalizmi yıkmayı başaramazsak bu vatandaşlık geliri meselesi kapitalizmin “yeni Keynes”i olabilir. Elbette böyle bir dönüşüm gerçekleşirse (tıpkı refah devleti uygulamasında olduğu gibi) emperyalist ülkelerde farklı diğer ülkelerde farklı uygulanacaktır.

Neoliberal yönetim anlayışının bu tür kriz dönemlerinde ekonomi ve sağlık sistemini halkın ihtiyaçlarını giderecek şekilde örgütlemesinin de mümkün olmadığı daha net görülüyor. En basitinden birçok devlet maske tedarikini bile sürdürülebilir kılamadı bu dönemde. Son olarak, kriz döneminde uygulanacak politikaların otoriterliği artıracağı sıklıkla dile getiriliyor ama bu tamamen bu dönemdeki sınıf mücadelelerine ve taleplerin nasıl yansıtılacağına bağlı şüphesiz. Zaten bu sınıf mücadeleleri yükselmezse kapitalizm virüs sonrası kendisini yeniden üretecektir, kapitalizmin yıkılma koşulları oluşmuş olsa da onu ancak işçi sınıfının örgütlü gücü yıkabilir.