Koronavirüs Salgını Üzerine

Dünya büyük bir salgınla yüz yüze ve her geçen gün salgın tüm yaşam alanlarını içine alarak ilerliyor. Salgın, Aralık ayının ortalarında Çin’in Wuhan bölgesinde başladı. Sonra dalga dalga tüm dünyaya yayıldı. Türkiye’de ise ilk vaka Mart ayının başında görüldü. Aralık’tan Mart’a kadar Sağlık Bakanlığı yeterli önlemleri almadı. Çünkü bu hastalığı küçümseyen bir hava tüm ülkede olduğu gibi Sağlık Bakanlığı yetkililerinde de mevcuttu. Olay o kadar gayri ciddi noktalara vardı ki özellikle bazı şarlatanlar bunun basit bir grip salgını olduğu, Türkiye’nin bunu genlerinden dolayı hafif atlatacağı, kelle paçanın her şeye çare olduğu, sirke ile bu işin kolayca halledileceği gibi bilimden uzak söylemlerle reyting kaygısındaki ana akım medyayı işgal etti.

Öyleyse zamanı geri alıp baştan başlayalım. Salgından Türkiye neden geç etkilendi? Buna dair birçok neden bulunmakta ama en önemli nedenleri şöyle sıralayabiliri;

  • Türkiye, yerleşik Çinli nüfus barındırmıyor.
  • Yaklaşık 2 senedir Türkiye’ye Avrupalı turist gelmiyor, kış sezonu olduğu için iç ve dış turizm çok az veya yok.
  • İran sınırı kapatıldıktan sonra gelecek vaka da engellenmiş oldu, düzensiz yollarla gelenler hariç.

Yani buradan da görüldüğü üzere büyük bir tesadüf sonucu salgın ülkemizde geç başladı. Peki, biz bu durumu bir avantaja çevirebildik mi? Bunu düşünmeden önce şunu demekte fayda var: Biz, salgının geç başlamasının nedenini anlamadığımız gibi bunun bir avantaj olduğunu da anlamadık. Etkilenmemeyi genlerle, beslenme biçimiyle, tuvalet temizliğiyle açıklamaya çalıştık.  

Şu an Türkiye’de salgın, başlangıç seviyesini de aşıp üst bir aşamaya ulaşmış durumda. Dünyanın en hızlı vaka artışı yaşayan ülkesi konumuna geldik. Peki, neden bu durumdayız? Bir viral salgını iki şekilde durdurabilirsiniz: Toplumun en az % 90 aşılayarak ve yaygın bağışıklık sağlayarak ya da yayılmasını sosyal kısıtlamalarla, insanlar arası teması en aza indirerek. Yahut infekte vakaları tespit edip, izole ederek. Bir nevi samanlıkta iğne arar gibi hastaları yakalayarak.

Bu salgın için henüz geliştirilen özel bir aşı yok. O vakit birinci seçenek tamamen devre dışı kalıyor. Gelelim ikinci seçeneğe, izolasyon-tecrit-karantina. Biz bunu da yapamıyoruz. Ekonomik saiklerle gerçekleştiremiyoruz. O zaman sonuç nasıl bir sürece evriliyor? Şu an Türkiye, salgının en kritik 3. aşamasında ve bu aşama hızla ilerliyor. Beklentiler ise şu yönde olacak; sokaktan ve üretimden çekilemediği için insanlar hızla infekte olacak. Hastalığı yakıcı olarak hisseden yaşlı, kronik hastalığı olan kesimler yaygın bulaş koşullarında kendilerini koruyamayacaklar. Bu kesimlerde yoğun bakım ihtiyacı ve tıbbi yardım gereksinimlerinin bir kısmı karşılanamayacak ve ciddi ölümler yaşanacak.

Türkiye adı konulmamış bir “sürü bağışıklığı” yolunu izliyor. Bu model devam ederse hastanelerin talebi karşılaması mümkün değil. İstanbul gibi büyük nüfusu barındıran şehirler çok büyük risk altında.

Hiçbir salgının sonucunu bir aşamayı geçtikten sonra öngörmek mümkün değildir. Tabii Türkiye; İtalya ve İspanya benzeri büyük bir felaket yaşar mı? Nüfus yapısı itibarı ile zor görünüyor. Türkiye, hala nüfus yapısının çoğunluğu düşünüldüğünde genç ve çocukların yoğun olduğu bir ülke. Sağlık alt yapısı İtalya’dan daha kuvvetli, yetişmiş sağlık personeli daha nitelikli. Tüm bunlara rağmen şeker, KOAH ve tansiyon hastalığı orta yaşlara ciddi sirayet etmiş bir toplum. Sosyal ilişkilerde kısıtlama yapamayan, genel olarak sıcakkanlı insanların ülkesi. Bu kültürel iklim bizim şu anda yaşadığımız yaygın ve hızlı ilerleyen hastalığın önemli bir nedeni. Bunun dışında akrabalık ilişkileri çok kuvvetli. Birlikte eğlenmesini seven bir halkız. Bunlar bir salgın için çok ciddi dezavantajlar.

Bu aşamada neler yapılabilir? Neler yapmalıyız? Birçok öneri dillendiriliyor. Burada esas noktaları belirtelim. Bu salgın yoksul semtlerde, işçi mahallelerinde daha büyük yıkımlara neden olacak. Çünkü bu insanların “Evde Kal” söylemine vereceği olumlu bir yanıt yok. Zengin semtlerdekiler ise şu anda iş ve sosyal alanlarını hızla terk edip gıda tedariki ile evinde salgının bitmesini bekliyor. Bu noktada virüsün herkese eşit davrandığını ve hepimizin aynı gemide olduğunu söyleyenler, yalan konuşuyorlar.

Yoksul mahallelerde yaşlılara aile içi dayanışma ile bakılıyor. Buralarda geniş aileler var ve ailenin genç unsurları her gün çalışmak zorunda. Bunu iyi düşünmek gerekir. Bu çalışan genç bireyler mutlaka hastalığı eve taşıyacaklar. Bu kaçınılmaz görünüyor. Nitekim bu hadisenin düştüğü gerçeklik, sosyal darwinizmin yoksul semtlerde bir elektrikli testere gibi işleyip kronik hastalığı olan ve yaşlı bireylerin hayat haklarını elinden alınması anlamına geliyor.

Ayrıca 20 yaş altına getirilen sokağa çıkma yasağında 18-20 yaş arası çalışan 1 milyonu aşkın nüfusun bu yasaktan muaf tutularak çalışma belgesiyle çalıştırmak, önlemlerin sömürü çarkını aksatmayacak şekilde alındığını en açık şekilde gösteriyor. Üretimin devamlılığı ve sermayenin büyümesi uğruna işçiler, emekçiler her gün ölüme gönderiliyor. Şok Market gibi online satışa geçen markalar, PTT gibi kargo işlemleri yapan kamu kurumları, depo ve lojistik sektörlerindeki işyerleri, inşaatlar ve diğer birçok sektörde işçiler önlem alınmaksızın çok daha uzun sürelerde çok daha kötü şartlarda çalıştırılıyor.

Tüm bunları düşünerek olağanüstü koşullarda olağanüstü çözümler üretmek gerektiği bilincinde, akla en uçuk gelebilen önerileri bile tartışmalıyız. Mahallelerde bu salgının etkilerini azaltmak için her türlü dayanışma örneğini göstermeliyiz. Ücretli izin talebiyle çalışmaktan kaçınma hakkımızı kullanmalıyız. Bu süreçte işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin feryadına ses olmayan köhnemiş kurum ve yapıları bir yere not ederek, kendi komitelerimizi, meclislerimizi ve örgütlülüğümüzü ortaya koymalıyız. Sınıfımızın geleceği, her daim dayanışma ve hakikatin altında kararlılıkla durmakla güzelleşecek.

Bu yazı, Komite Dergisi’nin, Covid-19 salgını nedeniyle dijital ortamda yayınlanan Nisan 2020 tarihli 18. sayında yayınlanmıştır.