Cumhur İttifakı’nın Dış Politikası Eski Cumhuriyetten Ne Kadar Kopuk

AKP iktidarının bir bütün olarak ama özellikle Gezi sonrası dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin klasik siyasi ve diplomatik yönelimlerinden kesin ve neredeyse tam bir kopuşu ifade ettiği solda yaygın bir kanı. Tam da bu yüzden pek çok sol çevre eski cumhuriyete az çok benzeyen bir yapıyı sadece sosyalistler sosyalizmle kurabilir diye garip bir iddiayla gözlerini diktikleri esas toplum kesimine yani profesyonel çalışan ya da ücretli beyaz yakalı kentli eğitimli seküler kesimlere kur yapıyorlar. Düzen muhalefetinin sağa yakın durmaya çalıştığı için ancak AKP’nin ilk dönemlerine benzer bir siyasi yapıyı restore edebileceğini zaten vaadinin de bu olduğunun altını çizerek sosyalizmle diriltilecek eski Cumhuriyet değerleri vaadiyle CHP’den seçmen, bağışçı, destekçi kapmaya çalışıyorlar. O yüzden de solcuların yayınları Davutoğlu, Babacan, İYİP eleştirileriyle dolu.

Bu yazıda tüm bu stratejiye hayat veren varsayımı yani AKP’nin İslamcı olduğu için eski cumhuriyetin siyaset ve diplomasisinden neredeyse kesin bir kopuş olduğu iddiasını Cumhur İttifakı’nın Irak, Suriye, Yunanistan’la deniz sınırları ve Libya politikasına bakarak değerlendireceğiz. Varacağımız sonucu baştan belirtmekte bir sıkıntı yok. Bu konulardaki TC’nin tutumu büyük oranda bir devamlılık içermektedir. Farklılıklar varsa da bu içinden geçtiğimiz küresel koşullarda Türk sermaye birikim rejiminin geldiği aşamayla alakası vardır. Bu konularda İslamcı ideolojinin etkisi ancak niyet okumayla bulunabilir.

Suriye ile başlayalım. Emperyalist Fransa ile yaptığı Ankara Antlaşması’yla Suriye’deki Fransız mandasını tanıyan Ankara, Fransa ile arasını hep iyi tuttuğu için Fransız mandasını hiçbir zaman kabullenemeyen ve hep kısmen isyan halinde olan Suriye merkezli Arap milliyetçiliğiyle hiç iyi geçinmedi. Tam tersine, Suriye’nin bu durumundan rahatsız olan Fransa’nın göz yummasıyla Hatay Türkiye’ye katıldı. Suriye’nin İkinci Dünya Savaşı ortamında fiilen elde ettiği Fransa’nın pek kabullenemediği bağımsızlık, Orta Doğuyu bölen emperyalizme karşı tutumu onu Sovyet etki alanına ittikçe, NATO üyesi Türkiye Suriye’de rejim değişikliği için hep heveskâr oldu. Demokrat Parti zamanında Suriye içişlerine müdahale ediliyor, 1982’deki Müslüman Kardeşler ayaklanmasına Türkiye’nin destek verdiğine dair güçlü emareler var. Bunun karşılığında da Suriye’nin Türkiye’ye karşı benzer hamleleri biliniyor. Kısacası ne tek parti döneminde, ne Demokrat Parti zamanında ne de 27 Mayıs sonrası Suriye’ye karşı barışçı bir politika yok. En uyumlu dönem ilişkilerin bugünkü haline gelmeden yaşanan Davutoğlu’nun dış işleri bakanlığı sırasındaki sahte balayı. Dolayısıyla Suriye’ye karşı husumet siyasetinde bir kopuş gözükmüyor CIA’nın Timber Sycamore operasyonuna Soğuk Savaş dönemine benzer bir biçimde katılma fakat buradaki hesapsızlık Kürtleri güçlendirince daha fazla müdahil olma gibi bir durum var. Türk müdahalesi Suriye Arap Ordusu’nun zaferini yarım bıraktığı ölçüde bu Türkiye’nin Batılı müttefiklerinin hoşuna gidiyor.

Irak’ın kuzeyinde operasyonlar da, Türkmen kartı da AKP’nin buluşu değil. Eski Türkiye de zaten dindar Şii Türkmenlere pek ulaşamıyordu, bunu da umursamıyordu. Burada bir değişiklik yok. Tel Afer gibi yerlerde Sünni Türkmenlerin IŞİD liderliğinde Şii Türkmen komşularını katletmesini Türkiye’nin seyretmesinin başka bir Cumhuriyet hükümeti liderliğinde olmayacağını iddia etmek ancak boş laf olur. İran İslam Devletini ve onun bölgedeki etkisini bir tehlike olarak görmek buna karşı mezhep kartı çekmek eski Türkiye’nin tahayyül etmeyeceği bir şey değildir. Bu noktada ancak bir derece farkından belki bahsedilebilir. Barzani ile ittifak kurup bunu Kürt Özgürlük Hareketine karşı kullanmak da bir AKP icadı değil. Türkiye bu sıralar Irak’da, iç politikada da olduğu gibi, doksanları hatırlatıyor. Açıkçası, doksanların Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası günlerine benzer zamanlardan geçiyoruz.

Yunanistan ile karasuları, kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge ve Kıbrıs sorunlarının her halde Cumhur İttifakı ile ortaya çıktığını söylemek mümkün değil. Hiçbir Türk hükümeti Meis Adasının münhasır ekonomik bölgesi olduğunu kabul etmez. Mavi Vatan, zaten İslamcılıkla alakası olmayan ama Cumhur İttifakı’nın hararetle sahiplendiği bir kavram. Sakız ve Midilli gibi adalara deniz kuvveti olmadığı için Kurtuluş Savaşı sırasında asker çıkaramayan Türkiye, Lozan’da Midilli’yi İmroz ve Bozcaada’nın yanı sıra talep ediyor ama alamıyor. Rodos ve On İki Ada ise o sırada İtalya’nın ve bunların Yunanistan’a geçmesi karşısında bir şey yapılamaması çok başka bir jargonla da olsa kimi ulusalcı çevrelerde de bir eleştiri konusudur, kısacası bu sadece İslamcıların ağzında sakız olan bir mesele değildir. (Bu satırlar yazıldıktan hemen sonra Hüsamettin Cindoruk sanki bu tespiti teyit için 12 Adaların alınması gerektiğini ifade etti). Bu sayıda bu konuda zaten bir yazı olduğu için bu noktayı uzatmayalım.

Libya tüm bu dış politika başlıkları arasında AKP öncesi bir tarihi ilginin olmadığı tek örnek gibi görünüyor. Fakat gözden kaçırılmaması gereken bir nokta var. Libya Türk sermayesinin uluslararası alana çıktığı ilk yerlerden biridir. İnşaat ve madencilik konusunda önemli yatırımlar var. Üstelik özelikle Trablus bölgesi doksanların Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası söylemine uygun Osmanlı bakiyesi bir nüfus da barındırıyor. Libya’nın Cezayir, Tunus ya da Mısır’dan farklı olarak Türk sermayesine kucak açmasında bu faktör de etkindir. Dolayısıyla, Türkiye’nin yerleşik çıkarlarının olduğu bir yer Libya ve Doğu Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölge sorunu açısından da kilit önemde. Pek çokları kuşkusuz Trablus hükümetindeki İhvan ağırlığına işaret edip Türkiye’nin Libya ilgisindeki ideolojik motivasyona işaret edebilir. Bunu tartışmak niyet okuması yapmadan zor. Türkiye’nin Libya ilgisi sermayenin alacakları da dahil yatırımlarını korumak ve münhasır ekonomik bölge sorununda bir kaldıraca sahip olmak gibi maddi temelli mi yoksa ideolojik nedenlerden ötürü mü? Burada sadece şunu söyleyebiliriz. Bu tartışma anlamsızdır zira hükümetin motivasyonu ne olursa olsun sonuç aynı yere çıkıyor.

Bu yazıda Türk dış politikasının şu sıralar köşe taşını oluşturan dört bölgeye değindik. Görüldüğü üzere Saray İttifakı’nın dış politikası Cumhuriyet’in geleneksel diplomatik yönelimlerden köklü bir kopuş içermez. Küresel konjonktüre ve Türk sermaye birikim rejiminin geldiği aşamaya göre bazı farklılıklar içerir. İçsel tutarlılığını yeni Osmanlıcı ya da İslamcı ideolojik motivasyonlar sağlıyor olabilir ama bu ikincildir. Üstelik bu tali faktör de 12 Eylül sonrasının Türk İslamcı eğiliminin mantıki sonucuna ulaşmasıdır. Kısacası var olan dış politika anlayışını Cumhuriyet’in mirasını güzellerken eleştiremezsiniz. Aralarındaki sürekliliği saklamak ise teorik sahtekârlıktır.

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Eylül 2020 tarihli 21. sayısında yayınlanmıştır.