Tarihten gelen bir görev: Kadın mücadelesinin zorunluluğu

Kadın hareketi insanlık tarihi kadar eski, kimi zaman kendiliğinden kimi zaman ise örgütlü bir halde süregelen bir mücadeledir. Kendisini tarihsel maddeci olarak adlandıranlar, verilen mücadelelerin tarihin yürütücüsü olduğunu bilir ve bu mücadelelerin yalnızca gelişen tarihin bir nesnelliği olduğunu söyleyemez. Hegemonik bir güç olamayışımızın çaresini hareketleri edilgenleştirmekte veya yok saymakta aramaz. Maddi koşulların tahlilinden kaçarak, kendi zihin dünyamızda idealize ettiğimiz düşünceleri hakikat olarak sunmanın tehlikelerinin farkında olmak zorundayız. Sosyalist, komünistlerin dahi işçi sınıfı mücadelesini marjinal bir noktaya taşıdığı, sınıftan koptuğu; yaşadığımız ve sürekli anlattığımız bir şekilde proletarya devrimciliğini tercih etmek yerine bir kimlik mücadelesine çekildikleri, kapitalistlere karşı mevzilerini güçlendirmektense kimliklerine tutundukları bir noktada olduğumuzu söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. 

Materyalistler kadın mücadelesini yalnızca tarihsel bir gelişme olarak ele alamaz. Kadın mücadelesi belli diyalektik ilişkileri tetikleyen, sınıfsal ilişkilerden azade görülemeyecek bir alandır. Bu mücadele alanı içinde ezen ve ezilen taraflar mevcuttur, ezilen taraf olarak net bir şekilde kadınları işaret etmemiz önünde ise hiçbir engel bulunmamaktadır. Var olan hiçbir sömürü ilişkisi birden bire oluşmadı. Toplumsal ve antropolojik ilişki biçimleri ve toplumların düzenleniş şekilleri kadın sömürüsünün maddi koşullarını oluşturdu. Kadın mücadelesinin konusu olan bu ezen-ezilen ilişkisi kapitalizm ile birlikte de başlamadı.  Kadınlar kapitalizmden önce de ezilmekteydi ancak kapitalizmle birlikte bu ilişki farklı araçlarla birlikte sürdürülmeye başladı. Kadınların kurtuluşunun önündeki tek engelin kapitalizm olduğunu söylemek en hafif tabirle tarih bilmemektir. Zira kapitalizmden önce de kadınlar hegemonik erkek iktidarı tarafından eziliyordu. Kapitalizm yukarıda vurguladığımız gibi tarihsel bir sürecin ürünüdür, ataerkil bir sistem olan feodalizm içinde doğmuştur Kapitalist sistemin inşa sürecinde feodalizmin ataerkil karakterinden sıyrılmasına dönük bir gelişim elbette olmamıştır. Bu sebeple ataerkil olmayan bir kapitalizm yoktur dersek, yanlış bir şey demiş olmayız. Kapitalizm yıkılmadan patriyarkanın yıkılamayacağını söylemek de bizi hatalı bir yere götürmez ancak patriyarkanın yıkılmasının tek koşulunu kapitalizmin sonlanmasına indirgemek hatadır. Materyalistler koşulların gerçeklemesini beklemez, aksine o güne ve o ana müdahale etmeleri hasebiyle komünistlerdir. Komünist harekete yapılan ertelemecilik suçlamaları da, gerçekleşmeyen bir şeyin ertelenmesi mümkün değil savunusu da hatalıdır. İstikrarlı mücadele, özgür toplumun inşasının temel koşuludur.

Geçmişten günümüze kadınların uğradığı sömürü biçimsel olarak değişti. Ortaçağ’da kadınlar meydanlarda cadı diye yakılırken, toplumsal olarak kadınların cadı olduğu görüşü kabul görmüyor olsa dahi diri diri gömülme veya taşlanma gibi ritüellerin hala devam ettiği örnekler bulmak mümkün. Kadınlar günümüzde mobbinge uğrayabiliyor, cinsel saldırıya maruz kalabiliyor ve öldürülebiliyor. Kadın sömürüsünü temellendirmede ve meşrulaştırmada tarihte farklı argümanlar veya fikirler kullanıldı. Kullanılan meşrulaştırma metotları değişim gösterse bile kadınların üzerindeki baskı ve sömürü sürdü. Ataerki sürdüğü sürece de bu devam edecek ancak kadınların maruz bırakıldıkları şiddet biçimleri değişse dahi, bunları derecelendirmek veya azlığına, çokluğuna göre sınıflandırmak materyalistlerin kullanabileceği bir kıyaslama biçimi değildir. Tarihsel deneyimler, tarihsel özgün koşullara göre değerlendirilmelidir. Bu anlamda kadınların belli tarihsel dönemleri baz alarak maruz kaldıkları sömürüyü derecelendirmek, tarihi beyaz bir perde üzerinden izliyor ve uhrevi bir bakış ile anlamlandırmaya çalıştığımız anlamına gelecektir. Belirttiğimiz gibi bu bizlerin tarihi ve maddi koşulları anlamak için kullanacağı bir yöntem değildir.

Devrimciler mücadele alanları arasında bir hiyerarşi, halk ile kendisi arasında bir ast üst ilişkisi kuramaz. Topluma kendilerine mürit olmasını istedikleri sıradan insanlar topluluğu olarak bakamaz. Tarihsel deneyimlerden ve sınıftan öğrenir, var olan tüm sömürü ilişkilerini ortaya çıkartmak, yıkmak ve özgür bir toplumun inşası için savaşır. Tarih boyunca süregelmiş mücadele alanlarını ötekileştirmez, hiçleştirmez veya araçsallaştırmaz. Kadın mücadelesine de bahsettiklerimizden gayrı bakmıyoruz. Kadınların atfedilmiş veya sahiplenilmiş cinsiyet kimliklerinden ötürü yaşadıklarını görmezden gelemeyiz. Kadınların kendi kurtuluşları için mücadele etme zorunlulukları olduğunu biliyor ve bu mücadeleyi büyütmek için gerekli sorumluluğu almaya hazır olduğumuzu da buradan bir kez daha tekrar ediyoruz. Son olarak ise sokaklardan öğrendiğimiz bir slogan ile tüm kadınlara sesleniyoruz;

“Sınıfsız, sınırsız, pezevenksiz bir dünya mümkün!”

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Ağustos 2020 tarihli 20. sayısında yayınlanmıştır.