Devrim Korkusu: Tarihin ve Hakikatin İnkârı

Bir yanda öznelciliğe, bireyselciliğe, reformculuğa batmış liberal tartışmalar, değerlendirmeler, yorumlar öbür yanda tek başına hayatını idame ettirmeye çalışan, her olası yolu denemekten başka çare bırakılmayan işçiler, işsizler, gençler, emekliler… Bir yanda reel siyasi tartışmalar, ‘adalet’, hak-hukuk mücadeleleri, olası seçim hazırlıkları yürütenler öbür yanda hukuku televizyon programlarında arayanlar, iş için çalmadık kapı bırakmayanlar, çareyi intiharda gören gençler, geleceksizlikle nihilizme sürüklenen milyonlar. Çelişkilere içkin çelişkiler, tükenmeyen engeller, bitmeyecek gibi, kader gibi görünen bir sömürü düzeni ve bu düzen içinde küçük de olsa bu düzenin çelişkilerini göstermeye ve bu çelişkilerle mücadele etmeye çalışanlar. Muhalif hareketlerin büyük bir kısmı da önemli ölçüde egemen ideolojilerin uzantıları olmaktan öteye geçemememiştir. Peki bu koşullarda Marksistler ne yapmalı?

Dünyayı devrimci bir müdahaleyle dönüştürme ve kapitalizmin yerine sosyalizmi ve komünizmi geçirme çabası son yüzyılda başarısız addedildi, yenilgiyle anıldı ve bu çaba büyük ölçüde bir kenara bırakıldı. Sadece egemen ideolojiler değil alternatif yaşamı savunduğunu iddia eden ideolojiler de bu hususta egemen ideolojiyle mutabık kaldı, bu açıdan fiili bir ittifak gelişti. Örtük bir anlaşma yapılmışçasına komünizmin mezarına toprak atıldı. 20. yy.’ın Marksist teorilerinin önemli bir kısmı da küreği sallamaktan geri durmadı. Bu iddianın esas kaynaklarından biri kuşkusuz kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretilme süreci ve bu süreçle koşullu olarak gelişen yeni egemen ideolojilerin yine bu sürece yaptığı somut katkılardır. Egemen ideolojilerin etrafında dönüşüp dolaşmasına rağmen bunu reddeden ve yeni bir yaşamın Marksist-Leninist bir devrimle değil de anarşist, ekolojist, feminist, göçmenlere vb. dayanan, bireysel haklar ve adalet mücadelesi şiarı altında gelişen hareketlerce kurulabileceğini iddia eden, bir tür yerelciliği imdada çağıran birçok hareket ve ideoloji gelişti. En nihayetinde bu hareketlerin kimisi liberalizmin biraz sağında kimisi biraz solunda olmak üzere salınıp durmaktalar. Oysa Marksist-Leninist devrimci hareketin özgün yanlarından biri, birey ile toplum, kadın ile erkek, insan ile doğa arasındaki çelişkinin sınıf çelişkisinden bağımsız gelişmediğini nesnel olarak ortaya koymasıdır.

Öyleyse bir yandan ideolojik arayışlar sürerken -ki bu arayışların birçoğu sorunun ekonomi-politik boyutunu görmeksizin “saf” bir ideolojik tahlile ve mücadeleye işaret eder ve bu açıdan da söylem sınırları içinde gezinir- diğer yandan ise toplumsal çelişkiler derinleşirken, saflaşmanın özneleri konusunda tereddüte düşen, yalpalayan, safları sınıfsal düzlemle değil de başka düzlemlerle açıklamaya çalışan her hareket ve her teori kapitalist üretim ilişkileri ve onun ideolojisi tarafından soğurulmaktan kurtulamaz, kurtulamamıştır da. Bilhassa 60’lardan bu yana sınıf çelişkisi temelli bir bakış açısını reddeden ve bunun dışında alternatif bir yaşam için farklı özneler, farklı örgütlenme tarzları öneren, hareketini bu iddia üzerine tesis eden hiçbir hareket yoktur ki egemen ideolojilere eklemlenmekten muaf olsun. Bu arayışlar devam etmekte, edecektir de. Marksist-Leninist çizginin dışında her yol denenmeye devam edecektir. Komünizm bir tür hayal addedilip yeni bir toplumun kurucusu olabilecek başka özneler arayışı sürecektir. Bunları söylerken kuşkusuz Marksist-Leninist bakış açısının ve hareketin her şeyi açıkladığı gibi idealistçe bir yaklaşıma dayanmıyoruz. Bu yaklaşım Marksist-Leninist bakış açısının doğasıyla çelişiktir. Bu bakış açısının tamamlandığı gibi gerçek-dışı bir iddiayı da anti-materyalist buluyoruz. Yöntemi itibariyle Marksist-Leninist bakış açısının geliştirilmesi, teorik ve pratik olarak güçlendirilmesi ve güncel olarak yeniden üretilmesi, ideolojik ayrımların netleşmesi gerektiğini söylüyoruz. Buradaki kritik noktalardan birisi mevcut ideolojilerin temelde hangi argümanlara ve bakış açısına dayandığı ve bu argümanların ve bakış açısının ne ölçüde sınıf çelişkisinin nesnel bir çözümlemesini içerdiğini ortaya koymaktır. Zira ideolojilerin üretildiği zeminler çok boyutludur. Bilhassa son yüzyılda “hakikat sonrası”, “tarihin sonu” gibi tezlere dayanan teoriler, bu teorilere dayanan felsefi sistemler tam da liberal bakış açısının içinden üretilmekte ve yayılmaktadır. Pratik hayatta da-bilhassa da gençlerde mevcut toplumsal ilişki tarzı dışında başka bir toplumsal ilişki tarzının imkânsızlığı mahiyetinde- doğrudan karşılığını bulmaktadır. Zira “gelmiş geçmiş bütün toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi” olduğu ve komünizmin nesnel dayanağınını da bu tarihsel öncülden aldığı hakikatinin üzeri en çok bu tür söylemlerle örtülmektedir. Hakikatin değil söylemin, toplumun değil bireyin, tarihin değil kültürün öne çıktığı bir postmodern söylem düşünce dünyasına hükmetmeye devam etmektedir.

Liberal ya da reformist bir perspektifle yürütülen mücadeleyle devrimci mücadeleler arasındaki köklü ayrıma değinirken birkaç hatırlatma yapalım. Bu açıdan önemli sorunlardan biri devrimci mücadele ile reformların birlikte savunulup savunulamayacağıdır. Lenin bu konuda nettir: “Reformlar, bütünün bir parçası olarak ve devrimci mücadeleye tabi kılındığı sürece”         devrimci mücadeleyle örtüşür. Sorunun kökenlerini görmeksizin ve bütünden ayrı düşünülmüş reform saplantısı liberal çizgiye özgüdür. Unutmayalım ki Lenin’in reformların desteklenmesi gerektiği iddiasından hareketle devrimcilerin öncelikle reformlar için mücadele etmesi gerektiği gibi sonuç çıkarmak, burjuva demokrasisi gerçekleşmediği sürece devrimci mücadeleyi askıya almak ya da gerçek-dışı görmek, Leninist örgütlenme stratejisinden hiçbir şey anlamamak kadar onu çarpıtmak anlamına gelir ki bu tutum kimi Marksist çevrelerde de revaçtadır. Hem Lenin’in yaşadığı dönem itibariyle anlaşılması gerektiği gerçeğine hem de Lenin’in reformları devrimci bir hareketin ilerlemesi, derinleşmesi açısından göz ardı edilemeyecek uğraklar olarak görmesine rağmen reformlar ile devrimci mücadele arasında bir tür kronolojik sıra olduğunu ileri sürenlerin oportünizme düşmesi işten bile değildir. Devrimciliği erteleyen, o ya da bu gerekçeyle dönemin ve koşulların devrimciliğe uygun olmadığını söyleyen, defaatle devletin ve sermayenin gücü karşısında duracak bir güce sahip olmadan hareket edilmeyeceğini telkin eden her kimse, hangi programsa, hangi örgütse sinizmi, pasifizmi üretmekten başka bir işe yaramayacaktır ve devrimin önünde engeldir, Lenin’in dediği gibi üzerinden atlanıp yürünmelidir. Zira kritik soru şudur: Ortaya konulan fikir ya da eylem, varolan toplumsal ilişkilerin yeniden üretimini ve sürekliliğini mi sağlıyor yoksa bunları teşhir edip sekteye mi uğratıyor?

Öyleyse vakit, her nerede ve hangi koşulda olursa olsun üretim ilişkilerindeki çelişkileri teşhir etme, bu ilişkilerin yeniden üretimini sekteye uğratma ve gerçek gücün kaynağı olan proletaryanın özgürlük mücadelesinin bayrağını daha da yükseltme vaktidir. Köle isyanlarından köylü isyanlarına, Paris Komünü’nden Sovyet Devrimine, Çin’den Latin Amerika’ya uzanan devrim  şiirini daha güçlü ve tüm devrim deneyimlerinden yararlanarak daha sesli okuma vaktidir. Vakit, proletaryanın ‘sınıf içgüdüsü’nü devrimci bir iradeye dönüştürme ve güçlendirme vaktidir. Vakit devrimciliğin bir döneme ya da duruma göre değil, sınıf çelişkilerine göre güncelliğini koruduğunu bilfiil gösterme vaktidir. Şayet içtenlikle ve kendimizi geliştirmeye, eleştiriye açık bir devrimcilikle yürüyorsak yanlış yapmaktan korkmamıza hacet yok. Zira harekete geçmek için her zaman doğru anda doğru durumu beklemek gibi bir tutum genel-geçer bir kural gibi kabul edilemez, böylesi bir yaklaşım sadece konformizm üretir. Sömürü, yoksulluk, baskı koşulları içinde her zaman yapılacak onlarca şey vardır. Devrimci irade bu deneyimlerin içinde gelişir ve büyür. Proletaryanın devrimci gücünün ne yapabileceği ise kestirilemezdir, yeter ki bu gücü devrimcileştirecek ve devrimci bir gücü biriktirecek bir hattı günbegün, anbean örmeye devam edelim.  Öyleyse vakit, onlar öyle olduklarını kabul etsin ya da etmesinler, orta sınıfçılığın, küçük burjuva ideolojilerin, liberal Marksistlerin, düzene adapte olmuş, örtük ya da açık liberal tutumların ve fikirlerin, devrimcilikten başka her şeyi yapan sol örgütçülüğün ve sendikacılığın, ataleti ve taklidi telkin eden gelenekçiliğin, ilişkilerin nedenselliğini ve sınıf mücadelesi tarihinin nesnel yönlerini inkar edip bireyciliği idealleştiren anarşist eğilimlerin üzerinden atlayıp yürüyüşe devam etme, proletaryanın özgürlük yürüyüşünü güçlendirme vaktidir. Vakit verili sınırları devrimci deneyimlerle zorlama, sınıf mücadelesini ileri taşıma vaktidir. Her kim ki bu yürüyüşe omuz verir, bu yürüyüşü büyütür, proletaryanın sahip olduğu gücü açığa çıkarmasında ve bu gücü devrimci bir muhtevayla yeniden üretmesinde sorumluluk üstlenir devrimciliğin erdemine de o sahip olabilir.

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Kasım 2020 tarihli 22. sayısında yayınlanmıştır.