2020 Ekolojik Yıkımın Üretim İlişkileri: Pandemi ve Kuraklık

Einstein, “Neden Sosyalizm” başlıklı makalesinde sosyalizmin gerçek amacının insanlığın gelişiminde yırtıcı/yağmacı aşamayı aşmak ve ötesine geçmek olduğunu söyler.

2019 yılının Aralık ayında, dünyada iki tehlikeli salgın hastalığın yerel ölçekte ortaya çıktığına şahit olduk. Hastalığın kaynağı olan bu iki virüsün ortak noktası “zoonotik” yani hayvanlardan insanlara bulaşıyor olmasıydı. İlki İstanbul’a bağlı Adalar’daki fayton taşımacılığında kullanılan atlarda ortaya çıkan ruam hastalığıydı. İkincisi ise Çin’in Wuhan şehrinde ortaya çıkan SARS-CoV-2 olarak daha önce tanımlanmamış bir virüsten kaynaklanmaktaydı. Popüler adıyla Covid19 olarak anılan bu virüsün dünyaya yayılmasıyla 11 Mart 2020’de Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi ilan edildiğine şahit olduk. Böylece dünya tarihinde bir ilk olarak küresel çapta bir eve kapanma süreci yaşıyoruz. Bu süreçte milyonlarca insan hastalanırken birçok ülkenin sağlık sektörü çöktü ve ekonomisi sarsıldı. Dünya çapında iki milyona yakın insanın hayatını kaybettiği Covid19 salgınının aynı tarihlerde İstanbul’da ortaya çıkan ruam hastalığından farkı Covid19’un daha az ölümcül olmasıdır. Atlarla temas eden insanlara bulaşabilen ruam, tedavisiz %90-95, tedaviye rağmen de %40-50 oranında ölüme yol açabilen tehlikeli bir hastalıktır.

Corona’dan daha tehlikeli bir hastalık olan ruam neden bu kadar büyük bilançoya mal olmadı?

Ruam hastalığının küresel ölçeğe yayılmayıp Adalar’la sınırlı kalmasının, hastalığın önceden biliniyor olması ve hızlı tedbirler alınmasının ötesinde başka bir sebebi vardı; salgının altında yatan üretim ilişkilerinin miadını doldurmuş olması. 2019 Aralık ayı biterken faytonların kaldırılmasını talep eden eylemciler, “Yaşam Nöbeti” adıyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi önünü işgal ederek geniş çapta bir kamuoyu desteği kazandılar. Atlı faytonların devam etmesini talep edenler ise fayton (sermaye) sahipleri ve onların lobicilik faaliyetleri sonucu, “nostalji” isteyen yüksek sosyetenin bir kesimi ile sınırlı kaldı. Atlı faytonların kaldırılmasıyla biten bu süreçte kuşkusuz faytona karşı olan kitlenin çoğunlukta olması önemliydi. Bunun sebebini ise fayton taşımacılığı şeklindeki üretim biçiminin artık “lüks” bir ekonomik faaliyet olarak algılanmasında görmemiz gerekir. Atların fayton kurtarılmasında yaşam hakkı odaklı hareket edilmediğini, rehabilitasyon alanı yerine tarım için “sahiplendirme” ve serum için “kullanılma” haberlerinden anlıyoruz.

Covid19 ise ormansızlaşma, şehirleşme ve gıda sektöründeki üretim ilişkilerinin yarattığı ekolojik yıkım sonucu Wuhan’daki vahşi hayvan pazarında virüsün insanlara bulaşacak şekilde evrimleşmesi ile ortaya çıktı. Uluslararası ticaret, turizm ve sağlık gibi sektörlerdeki üretim ilişkileri sonucu pandemi halini aldı. Halen sorunun kökeninde yatan üretim ilişkileri sorgulanmadan çözüm için aşı gibi teknolojik gelişmelere bel bağlanmış durumda. 2020’deki pandemi süreci, ekolojik yıkımın sonuçlarını dünyanın hala tam olarak kavramaktan uzak olduğunu gösterdi.

İnsanlar ölüyor, (diğer) hayvanları mı düşüneceğiz?

Toplum ile ekolojik sistem; insanlar ile diğer hayvanlar arasında kapitalist üretim ilişkilerinin dayattığı dikotominin fikri iktidarı, 2021’de bizi başka ekolojik felaketlerle yüz yüze bırakıyor. Henüz bilmediğimiz pandemi gibi yeni riskler yanında, iklim krizinin toplumsal sonuçlarıyla karşılaşmaya devam ediyoruz. Türkiye’nin en büyük metropolü İstanbul, yeni yıla kuraklık tehdidi ile giriyor. 29 Aralık itibariyle İstanbul barajlarının sadece %20,70’i dolu, %79,30’u ise boş. Kış ortasında karşı karşıya olduğumuz kuraklığın sebebi olarak ise pandemi nedeniyle eve kapatılan insanların su tüketiminin artması gösteriliyor. Ancak pandemi ve kuraklığın ortak noktaları bu kadarla sınırlı değil. İstanbul’un kuraklık sorunu ile ilgili olarak yine üretim ilişkilerinin payı görmezden geliniyor. Doğanın, insanın ve diğer hayvanların metalaşması, üretim ilişkilerini sorgulanmaktan kamuoyunu uzak tutuyor. Bunu çözüm için ilgili mercilerin yaptığı, yağmur duaları ve bireysel tüketimin azaltılması önerilerinden de görebiliyoruz. İstanbul’un kentleşme ekonomisi, göç, endüstriyel su kullanımı ve Türkiye’nin küresel ısınmaya katkısı ise hiç konuşulmuyor.

16 milyon nüfuslu kurak metropol

2019 yılının kurak geçmesinin ardından, 2020 yılının daha kurak geçmesi anlaşılan o ki yetkililer tarafından beklenmiyordu. İstanbul barajları 2021 yılına, geçen seneki doluluğun yarısı seviyesinde girdi. 2021’de yağışlar olsa bile barajlardaki maksimum doluluk oranının hiçbir zaman %50’yi geçmeyeceğini biliyoruz. Melen Barajı projesinin derin çatlaklar sebebiyle başarısızlıkla sonuçlanması da teknolojik çözümlerden medet ummamızı zorlaştırıyor. Küresel ölçekteki iklim değişiminden ve yerel ölçekteki kuraklıktan bihaber olunmasıyla ancak mümkün olan bu durum Kanal İstanbul projesine devam edilmesi ile perçinlenmiş oldu. Üçüncü köprü ve havalimanı ile İstanbul’un su kaynaklarında meydana gelen büyük yıkım, Kanal İstanbul projesinin yaratacağı yeni uydu kentler ile artarak devam edecek. 

2021’e barajlarının yaklaşık %80’i boş olarak giren İstanbul, görünen o ki pandeminin ortasında susuz kalacak. Bu korkunç tehdide rağmen sermaye egemenliği, yeni inşaat ve kent politikalarıyla bir taraftan su kaynaklarını yok ederken diğer taraftan ekonomik canlanma ve metropol nüfusunu yükselterek su talebini arttırmak istiyor. Hali hazırdaki kuraklığa körükle gidilmesini engelleyemezsek 2021’deki ekolojik yıkımın etkileri geçtiğimiz seneyi özlemle aratacak. Önümüzdeki afetlerin üretim ilişkilerini değiştirmek yerine bunlara distopik bir film izler gibi baktığımız sürece, daha iyi bir sene yaşamayacağımız ortada. Ancak sermaye egemenliğini ortadan kaldırıp kentleri toplumun ve ekolojinin gereklerine göre inşa edecek komünal bir ekonomik sistem, yaşadığımız gezegeni tüm bileşenleriyle birlikte yağmalanmaktan koruyabilir.

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Ocak 2021 tarihli 23. sayısında yayınlanmıştır.