Neoliberal otoriterizmin kurumsal aşamasına geçiş ya da “aşk bir dengesizlik işi…”

Türkiye’nin son bir haftasına damgasını vuran olaylar dönüşü olmayan bir yola girildiğini gayet açık bir şekilde ortaya koydu. Gözümüzün önünde akıp gidenin “ne olmadığı” ile başlayıp, bazı ihtiyaçları ortaya koymaya çalışalım:

1- Yaşanan iki taraf arasında basit bir iktidar kavgası değildir; Türkiye’nin küresel kapitalizme eklemlenme süreci ile ilgilidir. Türkiye’nin 1999-2001 arası yaşanan ekonomik krizlerden sonra girdiği küresel kapitalizme yeni bir biçim altında eklemlenme sürecine hem ekonomik hem de siyasal alanda iktidar ilişkilerinin köklü bir dönüşümü eşlik etmiştir, hâlâ da etmektedir. Siyasal alandaki süreç kabaca şöyle ilerledi: Liberal hamle (2002-2008), otoriter popülist salvo (2008’den bugüne) ve…

Öyle görünüyor ki yaşadığımız şu günlerde “ve” sonrasına geçiş yapıyoruz. Otoriter popülist salvo sonrasında şu anda geldiğimiz aşama, iktidar ilişkilerinin küresel kapitalizmin ve emperyalizmin gerektirdiği “rasyonel” ve kararlı kurumsallığa oturtulması ile ilgili. Başka bir deyişle, 2002’de başlayan ve 2007 Ergenekon süreci ciddi bir kırılma yaşayan bu sürecin sonunda ortaya çıkan toz dumanı savuracak, Türkiye’nin yeniden oluşan güçler dengesini kodifiye edecek ve “düzenin yeni normalini” siyasal sisteme zerk edecek yeni bir kurumsallaşmanın tesisi aşamasındayız.

İşte RTE önderliğindeki AKP’nin sınıfta kaldığı aşama bu oldu. Bu noktada ulusal ve bölgesel ölçekte iç içe geçen bir dizi sebebe bağlı olarak AKP iktidarı hızlı bir düşüş sürecine girdi: Birincisi, kurumsal momente vücut verecek olan yeni anayasa, meclis içerisindeki uzlaşmazlıkla değil, AKP’nin siyasal aktörü olduğu geniş iktidar bloğunun içerisindeki uzlaşmazlıklarla bağlantılı olarak ortaya konamadı. İkincisi, izlenen Ortadoğu politikası AKP’yi uluslararası alanda da “şüpheli aktör” haline getirdi. Kısacası RTE önderliğindeki AKP ne 2002 sonrası süreci tamamına erdirecek bir anayasal kurumsallaşmaya gidebildi ne de Ortadoğu’da “rasyonel” bir aktör olarak kendisini işlevlendirebildi. Üçüncü ve son olarak Gezi isyanı, RTE önderliğindeki AKP’nin bu ülkeyi “yönetilebilir” olmaktan çıkardığını herkesin, ama bu arada ulusal ve küresel muktedirlerin de gözüne soktu.

RTE önderliğindeki AKP’nin beceremediği bu son aşamanın tesisinde devletin zor aygıtının Türkiye’ye özgü bir bileşimi –polis/yargı kompleksi- yeniden ön plana çıkıyor, tıpkı devlet içi dengelerin 2007’deki köklü dönüşümü sürecinde olduğu gibi. Bu kompleks devletin “liberal-demokratik” prosedürleri çerçevesinde işlemiyor. Farklı bir otorite ağına bağlı olarak işlev görüyor.

Türkiye’deki sosyalist solun önemli bir kısmı Türkiye’deki devlet ve iktidar meselesini “sömürge tipi faşizm” tahlili üzerinden anlayagelmiştir. Bu tahlil kısaca şunu söyler: Türkiye gibi ülkelerde faşizm, kendisini aşağıdan yukarıya doğru inşa eden bir siyasal hareketin eseri olarak ortaya çıkmaz; yukarıda kurulur. Bu da ülkenin emperyalizme eklemlenmesi ile ilgili bir süreçtir. Bu eklemlenmenin çeşitli “derin” gereklilikleri, devlet içerisinde liberal demokratik prosedürleri hiçe sayan, bunların ötesinde işleyen derin bir paralel örgütlenmeyi ortaya çıkarır. Soğuk Savaş dönemi içerisinde bu paralel yapı devletin zor aygıtının en cesametlisi olan ordu içerisinden türetildi. Sadece Türkiye’de değil; NATO şemsiyesi altındaki çoğu ülkede bu böyle oldu.

Kısaca şunu söyleyebiliriz: “Sömürge tipi faşizm” tahlili, devletin çelik çekirdeğin “olağanüstü hal” ortamındaki belirleyiciliğini vurgunladığı oranda doğru, devleti bu çekirdeğe indirgeyip, onun rıza üretimine yönelik ağlarını tartışma dışı bıraktığı ölçüde de yanıltıcıdır . Fakat tahlilin doğruluğu veya bugün için geçerliliği bir yana, burada hatırlatılmasının sebebi, Türkiye solunun bir zamanlar, beğenelim beğenmeyelim, belirli bir devlet ve iktidar tahlilinden hareket ettiğini hatırlatmaktır.

Bir süredir ve bugün için devlet aygıtı içerisinde, “olağanüstü hallerde” etkin ve belirleyici olan polis/yargı kompleksinin güç ve etkinliğinin boyutunu yakın zamanda öğreneceğiz. Fakat yerine getirmeye soyunduğu işlevin, Türkiye’nin emperyalist zincir içerisindeki yeni yerine uyumlu, “rasyonel” bir kurumsal iktidar yapılanmasını oluşturmak olduğunu söylemek mümkün. Bu noktada solun stratejisini “AKP’yi geriletme” anlayışına demirlemesi artık kabul edilemez. Devlet ve iktidar ilişkilerinin dönüşümüne ve tesisine değil de, hükümet eylemlerine odaklanan, onu esas alan bir sol, stratejisiz ve “gündelik” kalmaya mahkûmdur.

AKP iktidara geldiğinden beri sosyalist sol olarak söylediğimiz kabaca şu oldu: AKP küresel kapitalizmin esaslı politik aktörüdür, dolayısıyla AKP’yi geriletmek küresel kapitalizme karşı verilecek mücadelenin politik ayağını örmek anlamına gelir. Bu tezi savunmaya devam edebilir miyiz? Bu noktada yanıldığımız veya eksik kaldığımız husus, AKP’nin küresel kapitalizmin esaslı bir aktörü olduğu konusundaki ısrarımız olmadı. Fakat görebildiğimiz kadarıyla Türkiye’nin küresel kapitalizme uzun eklemlenme süreci salt politik aktör üzerinden işleyen bir süreç olarak gelişmiyor. Bu durum artık bizi politik aktörün geriletilmesini merkeze alan bir stratejinin ötesine geçmeye zorluyor.

2- Yaşanan AKP’nin geriletilmesi değil; RTE önderliğindeki AKP’nin geriletilmesidir. Bu süreç içerisinde Gül ve hatta Babacan gibi aktörler üzerinden bizzat AKP’nin revizyonuna veya kopuşlara şahit olunabilir. Böyle bir durum AKP’nin domine ettiği siyasal sistemde bir denge yaratacağı için ferahlamamız mı lazım? Pek değil, zira bu süreçte yaşanan sadece AKP’nin değil, CHP de dâhil olmak üzere siyasal alanın bütünsel bir revizyonudur. Bundan daha 3-4 ay önce sokaklarından isyan taşan bir ülkenin ana muhalefeti, AKP’yi geriletmek adına rotayı kırabildiği kadar sağa kırmaktadır (üstelik işin daha da ilginç olan tarafı, bu süreç ağırlıklı olarak partinin ulusalcı olmayan, sol-demokrat (!?) kesimi tarafından gerçekleştirilmektedir). Sonuçta ortaya çıkan makulleştirilmiş bir AKP ve gücü/rolü bir miktar artırılmış CHP’nin oluşturduğu ve ağırlık merkezi neredeyse tamamen siyasal yelpazenin sağına kaymış bir siyasal denge hali olabilir.

Fakat daha önemlisi, RTE’nin irrasyonel “çıkıntılıklarının” olmadığı, Türkiye’nin bölgede daha dengeli bir aktör haline geldiği, içeride herkesin kendi rolünü bildiği, polis/yargı kompleksinin siyasal sistemin belirlenen dış çeperlerini korumaya aldığı ve -hadi ismini vererek söyleyelim- Cemaatin bir üst referans noktası, bir tür “devlet aklı” rolünü üstlendiği bir siyasal denge, ne kadar “denge”dir?

RTE önderliğindeki AKP’nin ikinci aşamaya denk gelen otoriter popülist salvosunun toplumun önemli kesimlerinde ve bu arada sosyalist solda da bir karabasan etkisi yaratmış olması ziyadesiyle açık ve anlaşılır bir durum. Fakat gelmekte olan gidenin tamamına erdirilmesidir.

3- Ortaya çıkan basitçe yolsuzluk değildir; Türkiye ekonomisinin işleyiş biçimine dair bilinen ve bilinmeyenlerin ifşasıdır. Başlangıç’ta çıkan yazısında Ümit Akçay şöyle diyordu (bkz. Hükümet-Cemaat Kavgası, İnşaat Odaklı Birikim ve 17 Aralık Krizi: Bir Dönemin Sonu mu?):

“17 Aralık krizi ile ortaya çıkan iddialar, uzun süredir cari açığın finansmanında kaynağı belli olmayan ve Merkez Bankası Bilançosu’ndaki Net Hata ve Noksan kaleminde yer alan para girişlerinin, ABD ambargosu altındaki İran ile Halk Bankası aracılığıyla yapılan altın ticaretinin etkili olduğunu düşündürtüyor.”

Ve ekliyordu:

“17 Aralık krizi ile ortaya çıkan skandallar zincirinin merkezinde ekonomik sıkıntıya giren [inşaat firmalarının] kamu bankalarından alınan usulsüz kredilerle finansmanı iddialarının yer alıyor olması, bu modelin krize girdiğini daha da açıkça gösteriyor.”

Böyle bir durumu “yolsuzluk” kılıfı altında ele almak kelimenin tam anlamıyla ideolojik bir operasyondur. Soruşturmaların konfigürasyonu da bu ideolojik operasyona iyi bir zemin sunmaktadır aslında. Çok ciddi rakamlardaki uluslararası para trafiği ile Marmaray hakkında gerçek anlamda bir yolsuzluk bir paket halinde önümüze konmuştur. Fakat ilki, çapı ve işlevi itibariyle ikincisinden niteliksel olarak farklıdır. Bu nedenle ortaya çıkan ekonomik ilişkileri ve bu ilişkiler içerisinden geçen muazzam meblağları “yolsuzluk” başlığı altına dizip meseleyi bununla sınırlarsak, tam da açılan soruşturma sürecinin “şeyleri düzenlemek” için kullandığı dile mahkûm kalırız.

Bu nedenle meseleyi basitçe bir yolsuzluk olarak ele alamayız, çünkü bu olayın ortaya çıkardığı şey, 3-4 bakanın para yemesinden çok daha girift ve derin bir ekonomik işleyiştir.  Bu elbette “yolsuzluk meselesini boş verelim” anlamına gelmiyor. Propagandif bir öge olarak bunu kullanmaktan imtina edemeyiz, etmemeliyiz. Fakat şu da aklımızda bulunsun: Brezilya’da ilk iktidara geldiği seçimlerden sonra yine bakanlıklar düzeyinde bir mali skandalla sarsılan Lula, akabindeki seçimde bu sefer %60’a yakın bir oyla başkanlığa gelmeyi başardı. Üstelik seçmen tabanında bizim açımızdan gayet öğretici olması gereken bir değişiklik de gerçekleşti: orta sınıf oylar Lula’yı terk ederken, -izlenen sosyal politikalara bağlı olarak- işçiler ve yoksullar Lula’ya yüzlerini döndüler. Diyeceğimiz o ki neoliberal popülizmin kullanacağı alet-edevat çantası bizim “yolsuzluk propagandamızla” baş edebilecek muhteviyata sahiptir.

* * *

Kısacası Türkiye’de devlet ve iktidar yapısının, siyasal alanın ve aktörlerinin köklü bir dönüşümden geçeceği, bu dönüşümü takiben anayasa başta olmak üzere bir dizi yeni kurumsal ilişkiler bütününün tesis edileceği ve -eğer yaşadığımız bu günleri uluslararası bazı “denetleme” girişimleri ve hatta ekonomik bir kriz takip ederse- ülke ekonomisinin işleyişinin de revizyona tâbi tutulabileceği bir sürecin içerisine girdik.

Burada sol pozisyon açısından pozitif yönde önerilerden ziyade, mevcut durumumuzun yetersizlikleri üzerinden kafa yorulmuştur. Hiç şüphesiz ki esas önemli olan ilkidir ve bu yazı bu türden bir tartışmayı tetiklerse amacına ulaşmış olacaktır.

Elbette başka bir ihtimal daha vardır: RTE önderliğindeki AKP bu karmaşık süreçten muzaffer çıkabilir. Bu hâlâ mümkün. Bu durumda bu yazıda öne sürülenler boşa mı düşer? Önerilenlerin biçimi açısından evet, fakat içeriği itibariyle hayır. Temelleri 2001 krizi ile atılan bu sürecin siyasal, kurumsal aşaması hâlâ “oturmamıştır”. Nasıl oturtulacağı egemen blok arasındaki kavganın esas konusu iken, bu denge arayışının önüne setler çekmek ve devrimci dengesizlikler üretmek bizlerin işi olacaktır.