Krizin Muhalefeti Ya Da Muhalefetin Krizi

Saldırgan dış politika, otoriter iç yapılanma ve emeğin baskılanması aslında Türkiye’yi devrimci siyaset açısından bir tür “Leninist moment” içerisine sokmaktadır. Leninist momenti, emeğin sınıfsal hak taleplerinin, barış ve demokrasi talepleri ile iç içe geçerek siyasallaşmasının ve bu minvalde siyasal bir emek hareketinin yaratılmasının olanak ve potansiyellerinin belirdiği bir konjonktür olarak tarif ediyoruz. Dönem farklı, işçi sınıfının sınıf olma özelliklerini belirleyen yapısal durum çok farklı vs. Bunları unutmadan, ama içinde bulunduğumuz dünya-tarihsel konjonktürde emperyalist müdahalelerin ve otoriterleşmenin ağırlık kazandığı, Türkiye’de de bunun özgün bir halinin vücut bulduğu analizinden hareketle, anti-otoriterizmi, demokrasi ve barış talebini orta sınıfların lügatçesinden kurtarmak ve inşa edilecek bir emek hareketinin mayasına katmak sosyalistlerin önündeki en belirleyici görev olarak duruyor.

Yukarıdaki ifade ettiğimiz çerçeve Gezi İsyanı’ndan yaklaşık yirmi gün önce “Yeni Bir Konjonktüre Doğru” adında bir yazı içinde geçiyordu. Geçen süreçte yaşananlar, bu konjonktür değişimini teyit eder nitelikte, “yeni bir dönem”e doğru kapı araladığımıza dair delilleri pekiştirdi.

Oligarşinin yeniden şekillendiği bir sürecin içindeyiz. Bu süreç aynı zamanda “Sömürge Tipi Faşizm”den “Piyasa Tipi Faşizm”e geçişin ideolojik, politik ve örgütsel inşasının kontrolüne dair bir kavganın da sürecidir. “Piyasa Tipi Faşizm” kavramını emperyalizme eklemlenmenin yeni biçiminin devlet mekanizmalarında yarattığı ihtiyaçlar doğrultusunda yaşanan dönüşüm ve yetkinleşmeyi ifade etmek için kullanıyorum. Yoksa kavram icat etmek gibi bir niyetim yok. Bizde emperyalizme eklemlenme daha çok emperyalizmin askeri ve teritoryal stratejilerine eklemlenmek anlamında ele alınır. Oysa küresel bir sistem olarak kapitalizmin son 30-35 yıllık değişimi içerisinde işbölümü içerisinde revizyonlar, resterasyonlar hatta kırılmalar ortaya çıkmış durumda. Dolayısıyla Türkiye’yi CIA-NATO mahfillerinde planlanan senaryoların pasif oyuncusu olarak ele almaktansa, küresel yeni dizilimde rol kapmaya çabalayan orta düzeyde kapitalist bir ülke olarak ele almakta fayda var. Sermaye birikim süreci, toplumsal yapının daha geniş ve daha derin alanlarına nüfuz ediyor; devletin zor aygıtlarının yanı sıra ideolojik aygıtları da giderek yetkinleşiyor; çalışma rejimindeki esnekleşme, kuralsızlaştırma, sürdürülebilir sendikasız çalışma yaşamı üzerinden işçi sınıfının tarihsel-toplumsal birikimleri berhava ediliyor. “Piyasa Tipi Faşizm” kavramını,  yeni piyasalar yaratmak, ele geçirmek üzere dünya pazarına sömürge, yarı sömürge, yeni sömürge ulus-devletler/rejimler yaratmak ve kontrol etmek biçimindeki emperyalist müdahale tarzında yaşanan değişimi daha doğru kavramak tüm bu bileşenlerden oluşan yeni durumu eski yapıdan açıkça ayırt etmek için kullanıyorum. Emperyalist piyasayla entegrasyonda ciddi mesafeler almış giderek mevcut piyasaların sofistike biçimlerde korunması ve sıkışan sermaye birikim ve üretim döngülerinin oluşturduğu krizleri aşmak, ertelemek ya da yönetmek üzere coğrafi yakınlıktan başlayarak (Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar) tüm dünya alanında emperyal ilişkiler hiyerarşisini sarsmadan yol almaya çalışan bir ülkede yaşıyoruz. Bu gelişim kuşkusuz Dünya için küçük Türkiye için büyük bir gelişimdir.

Kuşkusuz burjuvazinin yeni bir sermaye devleti şekillendirme programının simgesel sloganı olarak “Yeni Türkiye” ve etrafındaki bir dizi ittifakın geleceği, emekçi halk zeminlerinden gelişen yeni mücadelelerin etkili bir muhalefet oluşturup oluşturmayacağı tarafından belirlenecektir. Dolayısıyla yeni dönemin bu ilk aşamaları bir araf dönemidir. Yeni ve eski aynı anda sahadadır. Üstelik sermaye kesiminin bütünüyle birlik içinde olduğu da söylenemez. AKP, büyük oranda uyum içinde olduğu finans kapital sayesinde gelişse de, belli bir dönemden itibaren, küresel üretim ağlarına bağlı ve ağırlıkla mütedeyyin karakterdeki orta boy işletmelerin, madencilerin ve inşaatçıların çıkarlarının temsilciliğine soyunmuştur. Bu haliyle AKP’de Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği çizgi küresel kapitalizme eklemlenme süreci içerisinde avantajsız duruma düşen sermaye kesimlerinin otoriter siyasal projesi haline gelmiştir. Akibeti tartışmalıdır.

Öte yandan AKP iktidarı artık, neoliberal politik stratejiyi sahiplenerek 2008 krizine kadar başarıyla yürüttüğü ve sermaye kesimlerince şevkle desteklenen “emeği bastırarak sermayeyi palazlandırma” taktiğini sürdüremiyor. Kamu kaynaklarının yağmalanması (kentsel dönüşüm, HES’ler vs.) artık daha geniş toplum kesimlerinin tepkisini çekiyor. Şehirli kesimlerin dinci muhafazakâr politikalarla yaşam tarzlarına yönelen saldırıya giderek daha güçlü ve öfkeli tepkiler gösterme olasılığı sermaye ve siyasi iktidara “başka otoriter teknikler” üzerine düşünmek dışında “çare” bırakmıyor. Bir yandan söylem düzeyinde Osmanlıcılığa, Sünniciliğe, yeri geldiğinde Türkçülüğe daha çok yükleniliyor. Öte yandan sistemin zor ve baskı mekanizmaları da alarma geçmiş durumda. Polis, artık iş cinayetlerinin gerçekleştiği yerlere ambulanslardan bile önce yetişiyor; cenaze kalabalığı kadar kalabalıkla cenazelere “katılıyor”. Sermaye devleti, neoliberal politikaları uygulamak için olağanlaştırılmış bir otoriter kaos yönetimine hazırlanıyor. Disiplin, denetim ve gözetim tekniklerindeki uzmanlaşma ile polisin profesyonelleşmesinde önemli mesafelerin kat edildiği günümüzde, AKP diktasına son vermek isteyenler  güvenlik aygıtıyla çok daha ciddi karşı karşıya gelişlere hazır olmalı.

Yeni dönemin sınıf savaşı herhalde kendiliğinden ortaya çıkmayacak. Bugün için en büyük sorun dağınık ve lokal karakterdeki aşağıdakilerin tepkisinin (şimdilik) büyük oranda yönsüz olmasıdır; çünkü bunları öfke pratiklerinin ötesine taşıyarak birleştirebilecek bir siyasal odak henüz oluşmadı. Devrimcilerin ve solun toplumsal-siyasal konumlanışındaki tarihsel-yapısal sınırlar, işçi ve emekçi kesimlerin mücadele ve eylemlerini birleştirebilme olanağının önündeki temel engellerden birisi. İşçiler ve emekçiler kendilerinin yönetecekleri toplumsal, siyasal ve sendikal araçlardan bu kadar yoksunken, bu araçların “temininde” kolaylaştırıcılık yapacak ilişkilerden de mahrum olunması önümüzdeki dönem devrimci hareketin çözmesi gereken büyük bir problemdir. Bu problem bugüne ait devrimci bir tarzın üretimiyle aşılabildiği oranda düzenin dayandığı muhafazakâr-milliyetçi politik hegemonyanın toplumsal ayağının dağıtılabilmesi mümkün olacaktır.

Bir diğer problem solun -Kemalistlere benzer- üstten bir program, dil ve tarzda ifade ettiği siyaset pratiğidir. Devrimci örgütler, öncü komünist partiler, sadece aşağıdaki toplumsal mücadele zeminlerindeki gerçek önderleşmelere dayanarak gelişemeyecekleri gibi, her şeyi bilen, yıllardır yukarıdan aygıt yöneten önderlerin budalalıklarının sürekli tekrarlanması üzerinden de kurulamaz. Sınıf mücadelelerin içinde kitlesel bir devrimci, sosyalist eğilimi iktidar alternatifi haline getirecek bir çizgi ortaya çıkıncaya kadar bu şekilde şişinen hindiler de olacaktır, bütün kötülükleri solun tarzında arayıp kendi gettosunu yönetmeyi meşrulaştırmaya çalışan genetik liberaller de.

Kuşkusuz AKP’ye karşı toplumsal tepki o kadar yaygın ve büyük boyutlu ki, onu bütünüyle kontrol edilebilir ve kurgulanmış bir siyasi hareket olarak tarif etmek imkânsız. Gezi’den hiç değilse bu dersi çıkartmış olmamız gerekiyor. Gezi’nin kendilerini haklı çıkardığını düşünen sol gruplar, özellikle de HDP ile mesafeli olanlar, şu anda açık ya da gizli çalkalanıyorlar. Örgütsel birlik ve akıl sorgulanıyor. (Kobane’nin de HDP çevresindeki gruplarda hiç değilse siyasi aklı tekrar sorgulattığını geçerken belirtelim).  Gezi’nin tetiklediği siyasal sorgulama toplumun belli bir kesimine (AKP’ye zaten oy vermeyen kesim) dair iştahlı tahlillerin yapılmasına da yol açıyor.

Bu tahliller kabaca şunu diyor: “Önce bizim mahallede güç olalım sonra diğer mahalleye bakarız, çünkü diğer mahalledekilerin örgütlenebilmesi senin kendi mahallende güç olup olmadığınla ilgilidir.” Kanaatimizce “önce bizim mahalle” tezi, solun zaten doksanlardan beri süregelen politik strateji ve mevzilenmesini ifade ediyor. Pratik sonuçlarından biri de devrimci siyaseti düzenin soluna yamamak olan bu hat her seferinde çuvallamıştır, yine çuvallamaya mahkûmdur.

Sermaye ve devlet bugün hegemonyayı büyük oranda AKP/MHP’ye oy veren milliyetçi muhafazakâr işçi-emekçiler üzerinden sağlıyor. Düzenin bu meşruiyet kaynağı mevzileri bölünmeden, zayıflatılmadan ne solun gelişmesinden ne de devrimin imkânından söz edebileceğiz. Ve iddia ediyoruz ki, işçi-emekçi kesimler içinde mevzilenen, bunu -Marx’ın döne döne vurguladığı- yeni ‘bireyselleşme’ süreçlerine, formlarına odaklanarak yapan, eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği ve dayanışmayı temel alan pozitif bir devrimci kuruculuk, ülkedeki burjuva ilericilik-gericilik sahte saflaşmasının yarattığı ideolojik algıyı dağıtabilecektir. Bu kuruculuğun başlangıç görevi düzenin her tür siyasetinden ideolojik, politik ve örgütsel düzeyde bağımsızlaşmaktır. Bu manada kendimize sadece Tuzluçayır’dan, Gazi’den değil de Sultanbeyli’den, Gaziantep organize sanayi bölgesinden, Bayburt’tan, Kastamonu’dan ya da bir İngiliz işçisinin Türkiye’deki siyasal saflaşmayı değerlendirme penceresinden bakmayı başarmalıyız. Sınıfı değil sadece örgütü gözeten, etkinlik sınırını sadece belli yerellerle sınırlayan, politik gücünü bu sınırlı yerellerdeki gücü üzerinden belirleyen kapalı ve statükocu örgüt anlayışı dönemi kapanmıştır. Her yerde ve her kesimle kurulacak devrimci ilişkilerin oluşturulacağı yeni devrimci örgütler ve ilişkiler bu dönemin yeni ve kurucu rolünü üstlenecektir.

Bu tespitleri basitçe orada ya da burada niye olmadığımızı teorize etmek için yapmıyoruz. Sadece inşa edilmesi gereken bağımsız bir siyasi çizgiye işaret ediyoruz. Yoksa bugün kuşkusuz Türkiye’de devrimci hareket yaratma iddiasında olan bir devrimciler ilişkisinin, BHH ve HDK/HDP zeminlerini dikkate almadan, bu zeminlere dair tanımlı bir ilişkisi ya da izah edici bir ilişkisizliği olmadan kendini ifade edebilmesi mümkün değildir. Bu iki zeminini oluşturan insanların bizim dostlarımız ve belirli konulardaki tutumlarımızda müttefiklerimiz olduğunu belirtmeye gerek de yok.

Devrimciler, sosyalistler ‘bilinen manada siyaset adına’ bugün kuşkusuz belli konular ve gündemler etrafında ister yaklaşan tehlikeye isterse gelecek güzel günlerin yakın olduğu ihtimallerinin doğurduğu alarmcı teyakkuzlar biçimde yan yana gelebilirler. Hatta bu belirli gündemlerle sınırlamadan -ne kadarı mümkünse o kadar- programatik/stratejik iş birlikleri de olabilir, hatta olmalıdır. Olmalıdır, çünkü siyasal statükoyu ‘devrime odaklanarak’ sorgulayacak ve kıracak özeleştirel-harmanlanmacı bir devrimci çizgi fikri henüz açıkça ifade edilecek kıvama gelmedi. Belli ki herkes dayandığı zemini, sekti kıskançlıkla koruyacak, bir bir ya da yüz yüz bunu “büyütmeye” çalışacak. Durum buysa tüm irili ufaklı kümeleri içine alacak ortak bir küme oluşabilir, bunun formu, masa, meclis, cephe ya da yasal bir seçim işbirliği partisi olabilir. (HDK/HDP bu manada bütün iç zafiyetlerine rağmen biçimsel açıdan ve sürdürülebilirliği açısından olumlu bir örnek olarak bile anılabilir).

Lakin unutulmamalıdır ki cephe ya da birleşik parti tasarımları, emperyalist-kapitalist politikalarla zayıflatılmış olan emekçilerin kendi kendini yönetme kapasitelerini ve özgüvenlerini devrimci bir doğrultuda geliştirilmesi çabalarında somutlaşacak aşağıdan, kurucu birleşik mücadele ve örgütlenme pratiklerine işaret ediyorsa anlamlıdır. Bu çabaların eşgüdümü ideolojik-politik eylemli bir devrimci kitle çizgisinin yaratılması sürecine de hizmet edebildiği oranda politik bir birlikten söz edilebilecektir, zira esas sorun bir arada mücadele değil (bunu zaten yapıyoruz), farklı geleneklerden gelen devrimci ve sosyalistlerin yeniden harmanlanmasıdır. Bunun ötesi kendi sektinden memnun olanların hamasetiyle siyasi tükenmişliklerini pragmatik siyaset mühendisliği ürünü birliklerle kapatmaya çalışanların zavallılığı arasında salınıp durmak olacaktır. On yıllar geçse de “aygıt önderleri” durumu izah edecek argümanlar hep bulacaklardır.

Buna rağmen ve bununla birlikte asıl aradığımız başka bir yol ve adanmadır. Devrim ve sosyalizm hedefiyle, siyasal-toplumsal bir işçi-emekçi iktidarı oluşturma iddiasıyla köşelerini bugün stratejik ve programatik açıdan tam manasıyla çizemediğimiz, devrimci pratiğin toplumsal düzeyde yoğunlaşma süreçleri gelişkin hallerde ortaya çıkmadıkça da çizmeye irademizin yetmeyeceği bir yoldur bu. Şunun farkındayız: devrimcilerin, sosyalistlerin esas enerjilerini verecekleri ve aynı süreçte yerine getirmek zorunda oldukları iki ana görev var. Birincisi, işçi-emekçi toplulukların kendi kendini yönetme özgüvenlerini toplumsal siyasal mücadeleler içinde yeniden kazanacakları, devrimci eylem ve örgütlenmeyi biriktirecek “aşağıdan” süreçleri inşa etmek ve gelişen süreçler içinde doğru politik-örgütsel tarzla konumlanmak. İkincisi ise, ideolojik-politik bağımsızlığı sağlayacak devrimci teori yaratmanın pratiklerini, araçlarını oluşturmak. Örgütsel bağımsızlık idealine ise bu görevlerin yerine getirildiği oranda ulaşabileceğiz. Meşakkatli ve dolambaçlı görünen bu öneri herkesin bildiği ama doğru devrimci bir odaklanma tarzıyla denemediği yoldur ve artık buna odaklanmaya karar verdik.

Bu karar güncel siyasi gelişmelere bigane kalınması anlamına gelmez. Güncel siyasete müdahaleden kaçınmak aslında siyasetten kaçmaktır. Yakın gelecekteki siyasal manzara kabaca şöyle ifade edilebilir:

Önümüzdeki seçim ve sonrasında Piyasa Tipi Faşizm’in yerleşik hale geleceği, olağan-olağanüstü olan ayrımının silikleşeceği, piyasaların kuralsızlığının hukuk ve devlet yönetiminde iyice belirgin hale geleceği, tümüyle yukarıdan yürütülecek kontrollü bir politik iç savaş benzeri manzaraların oluştuğu süreçler yinelenerek olağan hale geleceği bir dönemi yaşayacağımız görülüyor. Kontrollü/sınırlı politik iç savaş süreçlerini biçimsel bir demokrasi ortamında olağanlaştırılacak tespiti, “sivil”-“resmi” güçlerin, mafyöz, paramiliter, ırkçı, muhafazakâr-faşizan toplulukların sermaye çıkarları doğrultusunda emekçi ve ezilenlere karşı yeniden organize edileceği bir süreç gelmektedir. Yeni hukuk rejiminin inşası (özel yetkili mahkemeler), F-tiplerinin hızlıca inşası, biber gazı, gaz bombası kullanımının yaygınlaştırılarak kanıksatılması, işçi sınıfının bir bileşeni olan özel güvenlik çalışanlarının emekçiye karşı savaşın bir unsuru olarak tahkim edilmesi, iç güvenlik paketiyle polis ve güvenlik aygıtının diğer dişlilerinin kuşanacağı yeni yetkilerle birlikte düşünülünce önümüzdeki dönemin aygıt ve birliklerimizi koruma dönemi değil, acil önlemler ve barikatlar oluşturma dönemi olarak görülmesinde devrimci siyaset açısından büyük fayda vardır. Bu bağlamda sınıf ve kitle mücadelelerinin içindeki bir kitle savunma çizgisi üretilmesinde fayda vardır. Örgütlenmeyi, mücadeleleri korumak, savunma çizgisinin ötesindeki “hazırlıklar” saygın olmakla birlikte en azından bugünün toplumsal tarihsel konjonktüründeki devrimci ihtiyaçlar ve sınıfsal mevzilerdeki zayıflıklar, toplumsal birikim yetersizliklerimiz dikkate alınınca politik olarak doğru olmayan adımlardır.

BHH, solun önemli bir birikimin kendi etrafına toplamış ancak bir kitleselleşme zemini yakalamaktan henüz çok uzak ve de ideolojik politik olarak muğlak ve sıkıntılı birlik denemesi/konumlanışıdır. Ve dost ve müttefik bir zemindir. Seçim arifesinde oluşan böylesi bir zeminin seçim politikasını sancısız bir şekilde ifade edebilmesi zaten oldukça zordu öyle de oldu. Bir tür cephesel birlik zemini olarak içindeki politik farklılıkları dikkate alan bir ortalamacılıkta kalmak dışında bir seçeneğinin olamayacağı anlaşılmakla birlikte. İçindeki politik örgütlerin bu sıkışmanın arkasında kendilerini gizleme çabasını, açık politik tutum ifade etmekten kaçınmalarını ayrı tartışmak gerekir.

Bu manada HDP’nin barajı aşması, kendi iç zafiyet ve tutarsızlıklarına rağmen, emekçi ve ezilenlerin, devlet-sermaye-iktidar bütünlüğüyle yukarıdan yürütülen kontrollü/sınırlı politik iç savaş görünümlü süreçler karşısında, kendilerini savunmak ve ileri doğru hamle yapmak için önemli bir barikat anlamına gelebilir. Emekçi ve ezilenler içinde güçlü örgütsel temelleri olmayan, seçimlere kadar da bu açığı kapatma imkânı olmayan devrimcilerin birincil taktik adımı -rezervleri ve şerhleriyle birlikte- geçici bir seçim seçeneği olarak HDP’nin barajı aşma hamlesine destek olmak olmalıdır.