Mitten Nihilizme: Tanrılardan İnsanlara Sapiens

Bu yazı Komite Dergisi’nin Ocak 2018 tarihli 1. sayısında yayınlanmıştır.

İnsan, kökenlerini bilmek isteyen bir canlı. Günbegün karmaşıklaşan toplumsal ve bireysel yaşam tarzları, değerler, bilimde ve teknolojide gelinen nokta ise bu arayışı daha canlı ve daha olası kılıyor. Hem bilimsel olanakların çoğalması hem de insanın kökenlerine dair merak, kimi disiplinleri daha çok öne çıkardığı gibi disiplinler arası etkileşimde de belirleyici roller oynamaya başlıyor. Son dönemlerde bilhassa antropoloji ve arkeoloji alanındaki yeni veriler bir yandan şimdiye değin bilinenlerin temellerini sarsarken bir yandan da insana ilişkin tabloyu yeniden biçimlendiriyor. Antropolojiye olan ilgi ise sadece bilimsel gerekçelerle açıklanamaz. İnsanın kökenleri ve nasıl bir varlık olduğu kadim bir araştırma. Şu sıralar antropoloji alanında en popüler çalışmalardan birisi de Yuval Noah Harari’nin Tanrılardan İnsanlara Sapiens çalışması. Bir süredir antropoloji alanında daha birçok çalışma ortaya çıkmış olmasına rağmen, Harari’nin çalışmasının ülkemizde daha fazla ilgi çekmesinin ise kimi nedenleri var. Bunlardan ilki, anlatımdaki yalınlık ve antropolojik verilerin ilgi çekici örneklerle verilmesi. Diğer nedeni ise, ilk toplumlara dair var olan bilginin önemli oranda varsayımsal olduğunu ortaya koyması. Oysa bu nitelikleri ve daha fazlasını içeren birçok antropoloji çalışması mevcut artık. Dahası bu çalışmaların önemli bir kısmı, Harari’nin çalışmasının derinlerinde bulunan ve zaman zaman doğrudan ortaya çıkan hesabı verilmemiş, anti-Marksist ve anti-komünist yaklaşımın yarattığı dogmatizmi barındırmayan ve ideolojik nüveler içeriyorsa da bunu felsefi ve bilimsel düzlemde ve layıkıyla yürüten çalışmalar. Şimdi Harari’nin çalışmasındaki kimi argümanlar aracılığıyla çalışmadaki bu dogmatik eğilimi görmeye çalışalım.  

Mitlerden yola çıkarak gerçekliği açıklama yöntemi idealizmin yöntemidir ve idealist düşünce antropolojik ya da tarihsel verilerle iş görmez. Homo sapiens “on binlerce kişiden oluşan şehirler kurmayı ve milyonlarca insanı yöneten imparatorluklar oluşturmayı nasıl başardı? Bunun sırrı muhtemelen kurgunun ortaya çıkmasıydı. Ortak bir mite inanan çok sayıda yabancı, başarılı işbirliği yapabilirler” ve “devletler ortak milli mitler etrafında örgütlenir” (40) argümanları toplumsal yaşamın ve devletin varlığını açıklamak açısından hiçbir nesnel açıklama sunmadığı gibi gerçekliği temel alarak kavramları açıklayan değil, mitler ya da aşkın kategoriler aracılığıyla gerçekliği açıklama yoluna gitmektir ki ortaya çıkan esas sorun, nedenlerle sonuçların yer değiştirmesi olmuştur. Oysa gerçekliği kavrayabileceğimiz temel eğilim, nedenlerden sonuca gitmektir ve tarih bize toplumun, sınıfların, devletin ya da mitlerin oluşmasının oldukça empirik nedenleri olduğunu gösterir. 

Sözgelimi, hiyerarşinin hayali olarak kurulduğunu ifade eden Harari, bu değerlendirmeyi yaparken tarihsel olarak toplumun oluşum koşullarına ve üretim ilişkilerinin toplumdaki hiyerarşik yapının tesisinde nasıl bir işlevi olduğuna hiç değinmiyor. Oysa Harari’nin eleştirdiği Marx, hiyerarşi ile üretim ilişkileri arasındaki ilişkinin doğasını ortaya koyan isimlerden biri. Harari ise antropoloji temelli bir eleştiri geliştirmeye çalışırken, her şeyi ya mitin ya da dinin altına yerleştiriyor. Dolayısıyla çalışmadaki birçok argümanda siyasal tarihin ve kavramların tarihsel oluşum süreçlerine dair bilginin olmayışının yarattığı karmaşa göze çarpıyor: “Modern çağ liberalizm, komünizm, kapitalizm, milliyetçilik ve Nazizm gibi yeni birtakım doğa dinlerinin yükselişine tanık olmuştur. Bu inançlar kendilerine din değil, ideoloji adını verirler ama bu sadece anlambilimi ilgilendiren bir çabadır. Din insanüstü bir düzene olan inanca dayanan bir insani değerler ve normlar sistemiyse, Sovyet Komünizmi İslam’dan daha az din değildir” (228). Bu argümanda ne dinin ne olduğu ve tarihsel olarak nasıl ortaya çıktığına dair ne de komünizme ve Sovyet Devrimine ilişkin hiçbir nesnel bilgiden hareket edilmediği gibi Harari bu indirgemeci tutumuyla bizzat kendisi ideolojik bir çizgiyi temsil ediyor: Mutlak nihilizm, mutlak görecelik, nesnelliğin reddi yani sofizm.

Marx ve Engels’in ciddiyetle ve derinlemesine üzerinde durduğu insanın kökenleri, dahası canlılığın kökenleri ve madde sorunu Marksizmin kuruluş ilkeleri gibidir. Hâl böyleyken Marx’ın ya da Marksizmin bu temellere sahip değilmiş gibi varsayılması kaba bir ideolojizmden öteye geçemez. Bu, Marx’ın ve Marksizmin tamamlanmış bir düşünce sistemi olduğunu göstermez ki böylesi bir yaklaşım, bu anlayışın doğasıyla taban tabana zıttır zaten. Marksizm içinde de dogmatik, temellendirilememiş ya da yetersiz birçok argüman olabilir. Yine buna neden olan birçok düşünür de olabilir. Ne var ki Marksizm, özünde eleştirel bir yaklaşımı temel alır. Tamamlanma eğilimi Marksist düşünceyle örtüşmediği gibi, bu eğilim idealizmin temel savlarından biridir.

Marksizm kapitalizm, emperyalizm ve mitleştirici her tür ilişki biçimine dair gerçek ve temellendirilmiş eleştiriler geliştiren en önemli düşünce sistemlerinden biridir. Nasıl olur da kapitalizmin insanlık tarihindeki yıkıcılığına bunca yer veren bir bilim insanı, temel amacı kapitalizmin yasalarını, sömürü ilişkilerinin doğasını anlama ve aşma, özgürlüğün tarihsel olanaklarını ortaya koyma ve bu olanakları geliştirmek için teorik ve pratik mücadele içinde olan bir anlayışı yok sayar ya da küçümser! Bu büyük çelişkinin nedenleri olsa gerek. Sözgelimi Harari, ilginçtir ki Kapitalist İtikat bölümünde bir kere bile Marx’ı anmazken, Adam Smith’i anmadan geçemiyor!

Komünizme dönük eleştirilerin bilhassa din bölümünde yer alması, Harari’nin ideolojik tavrını temsil ediyor. Elbette Harari komünizm karşıtı olabilir. Ama komünizmi ya da herhangi bir toplumsal sistemi eleştirmeyi, ona din sıfatı atfederek yürütmek bilimsel değil dogmatik bir tutumdur ve bilimsel çalışmayla uyuşmayacak bir kolaycılıktır. Bu, bizzat dine özgü bir tutumdur. Şayet Harari komünizme ve Marksizme dönük eleştirilerini tarihsel ve politik argümanlara dayandırabilseydi o zaman bu eleştiriler dikkate değer görülebilirdi. Ne var ki böyle bir çaba görülmediği gibi Harari’nin bu mesnetsiz eleştirileri çalışmanın genelindeki (şiddet, hiyerarşi, bilim vs. konusunda) argümanlara olan güveni de önemli ölçüde zayıflatıyor. Çünkü Harari’nin yararlandığı bilimsel veriler dışında birçok şey öznel bir değerlendirmeye dönüşüyor. Bu da kitabın bilimsel bir arzudan ziyade ideolojik bir amaçla yazıldığı izlenimi yaratıyor. Bilhassa komünizme ve Marksizme dönük kaba eleştiriler Harari’nin eleştirdiği mitçi düşünceyi zımnen kendi hareket noktası olarak aldığı görülüyor. Sözgelimi Harari’nin şiddet ve güvenlik olgusunu ele alırken devlete yaptığı güzelleme devletin ne olduğu, tarihsel rolü üzerine hiçbir bilimsel dayanağa sahip değil: “Şiddetin azalması büyük ölçüde devletin yükselişiyle ilintilidir” (360) ya da “Elbette devletlerin insanları öldürmek için kendi gücünü kullandığı durumlar var ve bunlar genellikle hafızalarımızda uzun süre yer ediyor. 20 yüzyıl boyunca on milyonlarca hatta belki de yüz milyonlarca insan kendi devletlerinin güvenlik güçleri tarafından öldürüldü. Yine de makro bir perspektiften bakınca, devletlerin yönettiği mahkemeler ve polis güçleri, muhtemelen dünya çapında güvenlik seviyesini yükseltmiştir” (361). Bu tezler şiddet ya da zor gücü ile devlet, devlet ile sınıflar arasındaki ilişkinin tarihsel kuruluşuna dair hiçbir nesnel dayanağa sahip değil. İnsanın kökenlerine ilişkin antropolojik verileri ve farklı yöntemleri titizce ortaya koyan Harari, toplumun kuruluşunda üretim ilişkilerinin ve sınıfların nasıl bir belirleyen olduğuna ilişkin en ufak bir imada bile bulunmuyor. Bunların bir bakıma mitler aracılığıyla ya da insanın doğası gereği kurulduğu yönünde bir yoruma zemin hazırlayacak şekilde belirsizlikte bırakıyor.      

Velhasıl, en azından 10.000 yıllık geçmişi sınıf perspektifi olmaksızın okumak fantastik sonuçlara neden olacaktır. Bu durumda da insanlığın evriminde kendinde bir olumlama ya da olumsuzlama varsayılabilir ki, Harari’nin de oldukça önemsediği mitin kuruluşuna neden olan en temel eğilimlerden biri de bu yönde bir “kendiliğindencilik”tir. Çalışmanın en büyük eksikliği ve burada kısaca bahsedilmeye çalışılan sorunların nedeni ise, Harari’nin eleştirdiği Marksizmin temellerinden biri olan felsefenin ya da felsefi bir perspektifin çalışmadaki yoksunluğu. Oysa şeylerin nedenlerini, kökenlerini ve ilişkilerin doğasını ortaya koyabilmek, salt bilimsel bir yolla mümkün değil. Kapitalizme dair bu denli radikal eleştirileri olan ve bunu yaparken kapitalizmin temellerine dair bir araştırma yürütmeye çalışan biri, Marksizmin ve komünizmin temellerine ilişkin niye bu denli naif bir bilgiyle hareket ediyor diye sormak lazım. Zira insana dair araştırmada bu bütünsellik olmaksızın ortaya nesnel argümanların çıkması pek de olası değil.