Fırtına Merkezi “ORTADOĞU” – 1

Sermayenin yeniden üretim sürecinde daha çok kâr olanağı sağladığı için bazen belli bir coğrafya önem kazanır. Bu, kapitalistlerin hemen o bölgeye yönelmesine ve oradaki geleneksel yapının hızla değişmesine yol açar. Bu süreçte kapitalistler kârdan daha büyük pay koparabilmek için birbirleriyle işbirliği ve rekabetin iç içe geçtiği ilişkilere girerler. Yanı sıra kendilerine karşı olan bölge halklarından da işbirlikçiler yaratmaya çalışır ve genellikle bunu başarırlar. Böylece herkesin, bir yandan birbiriyle dost görünürken diğer yandan birbirinin altını oyduğu bir ortam oluşur. Kısa süre öncesine dek nispeten sakin bir hayatın yaşandığı coğrafya, ardı arkası gelmez siyasi çalkantı, çatışma ve savaşların eksik olmadığı bir yere dönüşür. Savaşlar, devrimlerin beşiğidir. Artık burası kapitalizmin küresel ve yerel düzeydeki belli başlı çelişkilerinin yoğunlaştığı ön cephesi ve bir fırtına merkezidir.

Bir zamanların fırtına merkezi Avrupa idi. Sonra Asya ve ardından Güney Amerika oldu. Uzunca süredir kapitalizmin çelişkileri ve bunları giderebilecek devrim olasılıkları, ortak coğrafyamız “Ortadoğu”da yoğunlaşıyor. Bu gerçeği anlamaya çalışmadan önce, izleyeceğimiz yol hakkında kısaca bilgi verelim.

Gerçek; teorinin soyut ve genel niteliğinin tersine, somut ve tikeldir. Bu yüzden kendinden başkasına ve yanı sıra belli bir görünümüne ya da anlaşılış biçimine indirgenemez. Sürekli değişen sayısız etkenin somut bileşimi olarak ele alınmalıdır. Ek olarak, bunu anlamaya çalışanın da somut ilişki içinde olduğu bir durum olduğu unutulmamalı. Çünkü herkes parçası olduğu gerçeğe kaçınılmaz biçimde konumunun sınırlandırıcılığı içinden bakarken, bir yandan da gerçeğin bütün parçalarını bir araya getiren işleyişin mekaniği çalışmaya devam eder. Bu nedenle, anlamak için gerçeğin içinde yer almak yetmez; yaşanılan anın (şimdinin) çelişkileri çözümlenmeli, dolayısıyla gerçeğin nasıl yeniden üretildiğini anlamaya odaklanılmalıdır. Bu iki nedenden gereklidir.

Birincisi, gerçeğin içindeyken her zaman, herkes için bir “dost” ve “düşman” taraf vardır. “Tarafsızlık” olasılıkları, taraflar arası çelişkilerin özel ve geçici biçimleridir. Bütün orta yollar önünde sonunda, gerçeğin uzun ya da kısa iplikleriyle somut çelişkilerin kutuplarından birine bağlanır. Çelişkileri saptamak, herkesin konumunu bilmesi ve hangi tarafta yer alacağına karar vermesi bakımından gereklidir. Ve bu işlem bitmeyen bir öykü gibi, her somut durumda tekrarlanmak zorundadır. Çünkü değişen koşulları anlamaya çalışırken kendimiz de sürekli değiştiğimiz için, konumumuzu ancak hareket ederek koruyabiliriz.

İkincisi; çelişkileri incelemek, gerçeğin, somut durumun yeniden üretimi olduğu gerçeğini anlamanın anahtarıdır. Gerçek şu anda, coğrafi bir mekânda ve belli bir tarihsel miras üzerinde yaşanıyor. Ancak bunun bir parçası olarak var olabilen özneler, şu ana değil ama geçmişe bağlıymış (ya da geleceği yaratıyorlarmış) gibi konuşarak, mirasçısı oldukları bir tarihi sürdürdüklerini ve tarih yaptıklarını söyleyebiliyorlar. Ya da çok şeyler yapmak istediklerini ama içinde bulundukları coğrafyanın kendilerini kısıtladığını, oysa başka ülkelerde yaşayanların ne kadar şanslı olduğunu vb. söylüyorlar. Bütün bunlar birer yanılsamadır. Örneğin hammadde kaynakları bakımından zengin bir coğrafyada yaşıyor olmak, hiçbir toplumu tek başına şanslı kılmaz. Belirleyici olan, zenginlik kaynağının kim tarafından, nasıl işletildiği ve gelirin nasıl bölüşüldüğüdür. Benzer biçimde, bir toplumun başkalarına göre daha eski bir tarihi olmasının, geçmişe dair daha çok söz söyleyebilmekten öte yararı yoktur. Burada belirleyici olan ise, geçmişe ait bilgi ve zenginliklerin şu anki toplumsal yapının yeniden üretiminde ne ölçüde kullanılabildiğidir. Tarih ve kültür bakımından zengin bir coğrafyada tarihselcilik ya da öznelcilik gibi yanlış bakış açılarına kapılmamak için hatırlatmak istedik.

Adın kökeni ve coğrafyanın önemi

Ekseni etrafında dönen yerkürenin kuzeyi güneyi olur ama doğusu batısı olmaz. Ancak üzerindeki bir noktanın doğu ve batısından bahsedebiliriz. Dünyayı doğu ve batı diye adlandırmak, sömürgecilik döneminden kalma bir alışkanlıktır. Değişmez “Batı”, denizaşırı sömürgeler elde ederek dünyayı kendi nesnesi haline getiren Avrupa ve buna sonradan eklenen Kuzey Amerika’dır. Değişmez “Doğu” ise ilk sömürgelerden olan Hindistan ve Çin’dir. “Ortadoğu”, işte bu iki değişmezin ortasında kalan Türkiye, İran, Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika’yı kapsayan bölgedir. Sınırları Balkan, Kafkas, Afganistan ve Batı Afrika’ya kadar esnetilebilir. Sözcük ilk kez Amerikalı deniz subayı ve stratejist Alfred Thayer Mahan (1840-1914) tarafından 1902’de ortaya atılmıştır. Sonradan İngilizler de benimsemiş ve Osmanlı’nın yıkılışının ardından kullanmışlardır. Biz mümkün olduğunca “Arap Yarımadası, Batı Asya, Doğu Akdeniz, Kuzey Afrika” gibi adları tercih ediyoruz.

“Ortadoğu”nun uzun tarihsel geçmişinin ana mekânı, Mezopotamya’dan bugün İsrail işgali altındaki Golan Tepelerine kadar uzanan “Bereketli Hilâl” olarak adlandırılan topraklardır. Urfa Göbekli Tepe kazılarında elde edilen bulgular da bu fikri doğrular niteliktedir. Tarımın gelişmesinin, yerleşik düzene geçişe ve karmaşık işbölümüne olanak verdiği biliniyor. Böylece din, sanat, bilim gibi ileri toplumsal yapılar gerektiren üstyapı kurumları ortaya çıkıyor. Toplumlar dağılıp gitse bile, bu kurumların eseri düşünceler kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Bunda, toplumlarını geliştirip güçlendirmek isteyen egemenler önemli bir rol oynuyor. Önceki kuşakların ürettiği din, siyaset, hukuk gibi ideolojik nitelikli düşünceleri ve bilim, teknik gibi üretime dönük bilgileri; topluluklarını bir arada tutmak ve elbette karınlarını doyurmak için yararlanıyorlar.

Bölgenin diğer ucundaki Nil Deltası da benzer özelliklerine rağmen, konumu nedeniyle Bereketli Hilal gibi bir işlevi olmamıştır. Hilal, geçiş yolları üzerindedir. Ana yol, Avrupa Asya arasında uzanır. Yanı sıra, Basra Körfezinden Lübnan’a, Anadolu’dan Arabistan ve Afrika’ya bu güzergâhtan geçilir. Bu bir yandan ticareti ve kültürel alışverişi beslerken, diğer yandan savaş ve işgal demektir. Çünkü geçiş yolları üzerinde güçlü ve kalıcı toplumsal yapılar kurmak zordur. Bu yüzden tarih boyu kurulan toplum düzenleri olgunluk aşamasına bile ulaşamadan yıkılıp gitmiş ve kalıntıları üst üste yığılmıştır. Aynı coğrafyada bugün de birçok etnik ve dinsel topluluk bulunmasının bir nedeni bu tarihselliktir. Bugünün gerçekleri içinde ayakta kalmaya çalışan topluluklar, tarihsel miras olan anı, inanç ve özlemlerinden birbirlerine tutunmak ve bir güç öznesi olmak için yapıştırıcı olarak yararlanıyorlar.

1900’lerde emperyalizm dönemine geçilirken, buharlı makinenin yerini de dizel motor alıyor ve petrolün önemi artıyordu. O yılların başlıca petrol kaynakları İran, Romanya ve Bakü idi. Irak’ta da petrol olduğu bilinmesine rağmen henüz İngiltere-Almanya rekabeti sonuçlanmadığından işletilemiyordu. 1936’da Suudi Arabistan’da, ardından Körfez ülkelerinde ve bugün doğalgazla birlikte Arap Yarımadasının pek çok yerinde petrol çıkartılıyor oluşu, tarihte Bereketli Hilal etrafında yaşananların, günümüz koşullarında ve daha geniş bir mekânda yeniden üretilmesidir. Şu farkla ki; eskiden güçlü olan, zayıf ve zengin komşu ülkeyi fethederdi; bugün ise gücü olan, dünyanın neresinde olursa olsun hem zengin hem de zayıf olanın varlığına el koyabiliyor.

“Ortadoğu” yalnızca barındırdığı zenginliklerle değil, jeopolitik açıdan da en önemli coğrafyadır. Karadeniz ve Hazar gibi dünyanın en büyük iç denizleri; Hürmüz, Bab El Mendep, Çanakkale, İstanbul boğazlarının yanı sıra Süveyş Kanalı gibi yine dünyanın önemli su geçitlerinin çoğu bu yörededir. Tarih boyu Doğu Akdeniz’in denetlenmesi için üs olarak kullanılan Kıbrıs unutulmamalıdır. Petrol bir yana, bütün bunlar bile büyük güçlerin bu yöreye egemen olmak için rekabete girmesine yeter de artar bile.