Halklara Barış Saraylara Savaş!

Saray rejimi, bir keşin uyuşturucuya olan bağımlılığı gibi OHAL’e mecburdur. Varlığını sürdürmesinin tek yolu OHAL’in devamıdır. 7 Haziran’dan sonra girilen yolun Türkiye’yi getirdiği nokta da burasıdır: Politik krize ve ekonomik durgunluğa bulanmış bir baskı ve şiddet ortamı. Ordu, emniyet, adliye ve diplomasinin önemli oranda cemaat otoritesine bağlı kimselerce kontrol edildiğinin ortaya çıkması ise bu ortamı iyice bataklığa çevirmiş ve Türkiye, bu bataklığa saplanmıştır. Reis, 15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı bu siyasi ve anayasal krizi aşmak için anayasasızlaşmaya dayanan kendi çözümünü ortaya koymuştur. Ülkeyi; devletin sert çekirdeğini, yani kontrgerillayı tamamen kendine bağlayarak kurtaracağı iddiasındadır. Gelinen noktada ise herkes Türkiye sıkletinde ve coğrafyasında bir sermaye devleti açısından, bu çözümün mümkün olmayacağını kavramıştır. Fakat Reisin denemeye devam etmekten başka seçeneği yoktur.

Tam da bu nedenle, ‘Afrin Operasyonu’ gündeme gelmiştir. Savaş ortamının Saray tarafından da pompalanan şovenist havası, nefesi tükenen OHAL rejimine can vermiştir. Son haftalarda ortaya çıkan devletli muhalefet de halk tepkileri de operasyonunun ilk günlerine göre sönümlenmiş görünmektedir. 2018 Ocak ayında baş kaldıran Abdullah Gül dahil olmak üzere muhalif kesimler, şimdilik de olsa hizaya sokulmuşa benzemektedir. Üstelik Afrin Operasyonu, Reis’in artık iş tutabildiği yegâne kesim, eski devlet aklının siyasi süprüntüleriyle olan birlikteliğine somut bir zemin kazandırmıştır. MHP Genel Merkezi ve Aydınlıkçılar gibi unsurlarla ittifak, bu operasyonla kan kardeşliğine dönüşmektedir. Pragmatist bir siyasi lider olduğu bilinen Erdoğan’ın, operasyonun sonucuna göre baskıcı bir seçim düşünmesi mümkün görünmektedir. Hatta tüm işaretler bu yöndedir. Zaten operasyona müesses siyasetin, Hayırcı muhalefetin esas itirazı, seçim mitinglerini andıran söylevlerle operasyon haberlerinin bizzat Erdoğan tarafından verilmesidir.

Baskın seçim olasılığına dair başka belirtiler de mevcuttur: Emekçi kesimlerin kamuoyunda en çok tartışılan sorunlarına, hükümet bazı kısa vadeli çözümlerle eğilmektedir. Taşeron düzenlemesi bunlardan biridir ve emrin bizzat Saray’dan geldiği halkın gözüne sokulmaktadır. Geçtiğimiz günlerde imzalanan metal sözleşmesinin, doksanlardan beri neredeyse hiç görülmemiş şekilde işçi açısından avantajlı hükümleri de bu bağlamda değerlendirilebilir. Bununla birlikte, bu havuç siyaseti kendi doğallığında sopa ile desteklenmektedir. Operasyon başlar başlamaz resmi görüşle çelişen haber verilmesi fiilen yasaklanmış ve en sıradan barışçı talepler dahi kriminalize edilmiştir. Buna dair önlemler ise büyük bir sertlikle uygulanmaktadır. İnsanlara sosyal medya paylaşımları nedeniyle OHAL hükümleri kapsamında gözaltı işlemleri uygulanmaktadır. Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi üyelerinin sabah saatlerinde gözaltına alınması, halkın genelinde korku yaratmayı hedeflemektedir.

Türkiye’deki sermaye devleti, geleneksel olarak şovenizm kartını kullandığında bunu doğrudan hukuk ve güvenlik aygıtının baskısıyla pekiştirmektedir. Bunun yanı sıra milliyetçiliğin bu ülkedeki ideolojik etkisi devlet açısından yumuşak bir güç sağladığından, böyle bir operasyon esnasında ‘barış’ diyenler milliyetçi-muhafazakâr kesim tarafından şeytanlaştırılsa bile evrensel ifade özgürlüğü kalıplarının dışına çıkmayan ifadelerin adli yollarla bastırılmaya çalışılmasına pek rastlanmazdı. Afrin Operasyonu sırasında böylesi baskıcı uygulamalar görmemiz hükümetin yumuşak gücünün kalmadığını ortaya koymaktadır. Öyle görünüyor ki Napolyon’un deyimiyle; süngü ile yapılamayacak tek şeyi yapmaya çalışmalarına, az bir süre kalmıştır.

Hatırlanacak olursa; son haftalarda çaresizlikten kimi insanlarımız kendi bedenlerine zarar vererek, iktidarı protesto etmiştir. Basının olayları ele alış şekli dışarıda bırakılırsa, durum giderek 2001-2002 Türkiye’sine benzemeye başlamıştır. Operasyon bu durumu bastırabilmişe benzemiyor, çünkü Türkiye’nin içinde olduğu politik kriz ve giderek derinleşen ekonomik durgunluk gerçektir. Üstelik tüm bunlar iktidarla kirli ilişkiler içinde bulunan kimilerinin müstehcen bir biçimde zenginleştiği bir ortamda yaşanmaktadır. İktidar ahlaken çökmüştür ve hiçbir şovenist propaganda bu tükenmişliği uzun süreliğine örtemeyecektir. Bu durumda bastırılan toplumsal tepkinin bir düdüklü tencere gibi basınç biriktirmesi olasıdır. 1 Mayıs’a doğru bunun emarelerini görebiliriz.

İktidara güçlü olduğu yerden değil, korktuğu yerden yüklenmek gerekir. AKP bir yandan şovenizm kartına sarılırken, öte yandan derinleşen sosyal soruların kamuoyunda en çok ses getirenlerine kısa vadeli, makyaj çözümler getirmeye çalışmaktadır. Bu tutumun nedeni; basitçe ‘seçim dönemi popülizmi’ değildir. Küresel iktisadi koşullar ülke ekonomisini zor duruma sokarken, dışarıda ilk bırakılan tabii ki, emekçi kesimler olmaktadır. O zaman, ‘kısa vadeli popülizme’ muhtaçsınız demektir. Öte yandan, iktisaden geniş kesimleri memnun edecek siyasetler izlemekte zorlanan iktidar, artan oranda şovenizme sarılmak zorunda kalmaktadır. ABD ne derse desin, kimse, “Bu rejimin, Münbiç’e bir operasyon düzenlemesi ihtimal dışıdır.” diyemez. Gerek eski devlet mekanizmasının kimi artıklarıyla ortaklığı, gerek seçim kazandıracak bir askeri zafer ihtiyacı Reis’i sıkıştırmaktadır.

Böyle durumlarda ezbere bir barış siyasetini dile getirmek solda neredeyse refleks haline dönüşmüştür. Bu ilkesel anlamda tutarlı bir siyaset olsa da, içinden geçilen dönemde emekçi halkın kendisine karşı yürütülen neoliberal operasyona ahlaki tepkisinin, kendi bedenine zarar verme aşamasına geldiği düşünülürse, o alandaki savaşa dikkat çeken bir tutumu genel barışçı tutuma eklemlemek gerektiği açığa çıkar. Evrensel bir barış yanlılığından ziyade, sınıf öfkesinin altını çizen bir tutum evladır. Bu bağlamda; sosyalistlerin, Fransız Devrimcileri’nden aldığı “Kulübelere Barış Saraylara Savaş” şiarı yeniden hatırlanarak, içinden geçilmekte olan politik konjonktüre uygulanabilir. ‘Şovenizm’, halklar arasında savaş kışkırtıcılığı, sermaye devletinin sınıf savaşını sürdürmek amacıyla ve ona paralel olarak yürütülüyorsa proletaryanın da sınıf savaşı yürütmeye muktedir olduğu dosta düşmana hatırlatılmalıdır.

Tahayyül edilmiş tehditler üzerinden, adı savaş suçlarıyla anılan çetelerle birlikte halklar arası düşmanlığı kaşımanın, ülke adına bir faydası olmadığını halkımıza anlatmak tabii ki siyasi sorumluluğumuzdur. Bunun yanı sıra, Sarayın muhalefete yüklenmeyi tercih ettiği alana paralel olarak kendi seçtiğimiz mücadele alanını güçlendirmeliyiz. Emekçilerin taleplerini, OHAL kurallarını umursamadan bir savaş düzeni disiplini içinde ileri sürebilmeliyiz. Hükümetin hazinesinin yettiği kadar ortaya koyduğu tedbirlerin genişletilmesini, daha çok emekçiyi kapsamasını, militan bir biçimde talep edebilmeliyiz. Kendi bedenine zarar vermeyi dahi göze alan insanlarımızın öykülerinin örtbas edilmesine izin vermemeliyiz. Açıkçası yükselen şovenizmle mücadelenin en etkin ve siyasi yolu da buradan geçmektedir. O yüzden, hep birlikte haykıralım: “Halklara Barış Saraylara Savaş!”

* Komite Dergisi 2. Sayı Başyazı