Kamu Yararının Ekonomiden Tasfiyesi: Özelleştirme

1980’lerde finansal küreselleşme ile beraber en popüler dönemini yaşayan özelleştirme hareketi, son günlerde şeker fabrikalarının özelleştirilmeye açılması üzerinden tekrar gündeme geldi. Özelleştirme politikalarının arkasında yatan düşünce: Üretimde bulunan bir kuruluşun mülkiyetinin veya yönetiminin devlete ait olmaması gerektiğidir. Liberal teori, devletin ekonomik hayata katılmasına yönelik tüm çabaların; fabrika kurma, işletme, uzun vadeli karar alma ve hatta piyasadaki istikrarsızlıkları düzenleyici faaliyetlerinin hepsinin başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkûm olduğunu savunur. Devlet mülkiyeti veya etkisindeki bir kurumun, piyasa koşullarında faaliyet gösteren şirketlere kıyasla daha hantal kalarak kalitesiz üretim yapacağı, böylece kamu kaynaklarını da boşa harcayacağı liberal teorinin temel çıkış noktasıdır. Dolayısıyla kamu kurumları bu başarısızlıklarının sonucu sürekli zarar ettiklerinden özelleştirmeler, topluma zarardan çok fayda sağlayacak ve devletin yükünü azaltacaktır. Bu düşünce, 80’li yıllardan itibaren o kadar popüler olmuştur ki günümüzün sol siyasetleri bile bundan yer yer etkilenmekten kendini alamamıştır.

Özelleştirme politikalarına yönelik eleştirilere girmeden önce sormamız gereken öncelikli iki soru şudur: 1- Piyasanın zorlu koşullarından bağımsız faaliyet gösteren kamu kurumları, ekonomik alanda başarısız olduysa piyasa koşullarında faaliyet gösteren özel işletmeler nasıl başarılı olabilir? 2- Sermayesi özel şirketlerden daha fazla olan devlete dayalı kurumlar bile zarar ediyorsa özel bir şirket neden bu kurumları satın almak ister? Sermaye sahibi bir girişimci zarar eden bir kurumu, ancak buradan kâr elde etmek için satın alır. Bu durumda yapacağı şey; ya kurumun varlıklarını (arazi, teknoloji vb.) kısa dönemde elden çıkarıp kâra geçmek ya da kurumun mevcut üretim bağlantılarını, yönetim tecrübelerini kullanıp orta vadede kâra geçmek olacaktır. Üçüncü bir seçenek ise yabancı bir şirketin kârını, o ülkenin düşük maliyet koşullarından (örneğin; düşük ücretler) faydalanarak artırması olabilir. Her koşulda, kamu kurumunun bu potansiyel kârı özel bir şirkete bırakması mantıksızdır. Özelleştirme politikalarının tarihi, bunun birçok örneği ile doludur. Potansiyel kârdan vazgeçilmesindeki tek mantıklı açıklama; sanayileşmiş zengin ekonomilerin dayatması ya da siyasi jargonumuzun popüler tabiri ile “kandırılmadır”.

Dünyadaki sanayileşme tecrübelerine baktığımızda; ABD, İngiltere, Almanya, Japonya dahil istisnasız tüm ülkelerin ekonomik gelişme politikalarının temelinde, Kamu İktisadi Kuruluşları yatmaktadır. Günümüzün liberal tezlerinin aksine tüm gelişmiş ülkeler; dönem dönem korumacılığa dayalı, devlet yatırımlarıyla dünya üretiminden önemli pay almışlardır. Ancak 1980’lerden itibaren azgelişmiş ülkelere bunun tam tersini kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.

Piyasa koşullarında çalışan şirketlerin başarılı olup olmamasına, tüketicinin karar vermesi gerektiği savunulmaktadır. Oysa tüketici konumundaki halk, yoğun bir şekilde reklamların manipülasyonuyla karşı karşıyadır. Sermaye sahibi bir şirketin reklam harcamalarına ayırdığı parayla, tüketici konumundaki halkın şirketleri denetlemeye harcayacağı para miktarı kıyaslanamaz. Üstelik tüketiciler arasında böyle bir örgütlülük neredeyse yok düzeyindedir. Buna ek olarak; şirketler, tüketici konumundaki halkın çoğunlukla işvereni konumundadır. Şirketler de maliyetlerini kısmak amacıyla düşük maaş ve işten çıkarma politikalarını düzenli olarak uygulamaya sokarlar. Bu koşullar altında şirketler ve tüketici arasında bir fırsat eşitliğinden kesinlikle söz edilemez.

Özel şirketler aynı zamanda, piyasada var olmak için şirket maliyetleri dışında rakip şirketlerle de mücadele halindedir. Kâr odaklı bu yapı, özel şirketleri kamusal fayda için gerekli üretimi yapmak yerine, piyasada hayatta kalmak için düşük maliyetli seçeneklere yöneltir. Bu koşullar altında şirketler, kendi bilançolarına yansımayacak olan her şeyi; halk sağlığı, çevre sorunları, çalışma koşulları ve ülkenin gelişmesi gibi etkenleri göz ardı edecektir. Ama bu yolda hiçbir dirençle karşılaşmadan ilerlediklerini söylemek haksızlık olur. 2000’lerin vahşi özelleştirme dalgasında bile satılamayan şeker fabrikalarının özelleştirilmesinin yeniden gündeme getirilmesi iki konuyu yeniden hatırlamamızı sağladı: Sermayenin izlediği yolların pürüzsüz olmadığı, çeşitli direnç noktalarıyla karşılaştığı, bunları da zaman zaman aşamadığı; ikincisi, böylesine bir özelleştirme kararının (o da olursa), ancak OHAL gibi bir dönemde hayata geçirilebileceği. Burada bize düşen, bu direnç noktalarını artırmaktır.

Tüm bu etkenler ise özel şirketlerin, uzun dönemli ekonomik fayda sağlayamayacağının göstergesidir. Sonuç olarak; bunu sağlayabilecek tek yapı, bizi piyasa koşullarından uzak kamusal kurumlarını tesis etmeye götürmektedir. Ancak piyasa odaklı bir devletin, kamusal faydayı sağlamasını da ummak mantıksızdır. Dolayısıyla tartışmamız gereken asıl unsur; nasıl bir kamulaştırma, sorusudur.