“Güneyin İsyanı” Küresel İşçi Sınıfının Yükselişi Üzerine

Neo-liberal ekonomi politikalarının savunulmaya ve uygulanmaya başlandığı 70’li ve 80’li yıllardan itibaren içine zaman zaman Batı Marksistlerini dahi alan sol cenah ve liberal, sağcı kesimler arasında şöyle bir yargıda bulunmak moda haline gelmişti: “Geleneksel anlamda üretim sektöründe çalışan, fabrika ve imalat işçisi diye adlandırdığımız, kapitalist toplumsal sistemi yıkma misyonu biçilen işçi sınıfı ortadan kalkmıştır.” İşçi sınıfının artık tarihe karıştığını söyleyen ve hâlâ modasını koruyan bu iddia, esnek çalışma koşullarını, yeni teknolojilerin getirdiği otomasyon ve robotlaşmayı örnek göstererek, katma değerli işlerin ve hizmet kollarının genişlemesiyle birlikte sanayi sonrası topluma geçtiğimizi dillendirerek kendisine dayanak oluşturma gayretinde oldu. Oysa gözden kaçırılan bir gerçek vardı: Marx’ın öngördüğü gibi proleterleşme küresel ölçekte var gücüyle etkisini sürdürmekte ve sanayi-imalat işçileri azalmak yerine kat be kat artmaktadır.

İşte geçtiğimiz günlerde Türkçe çevirisi yayınlanan, Immanuel Ness’in yıllar süren gayretleri ve araştırmaları sonucu 2016’da hazırladığı eser, “Güneyin İsyanı” yukarıdaki tespitlerin ne kadar yanıltıcı olduğunu, işçi sınıfının küresel ölçekte gerek nicelik gerekse nitelik olarak nasıl bir büyüme ivmesi içinde olduğunu anlatmaktadır. Ness, işçi sınıfının güncel durumundan öte onların ortak sorunlarına, ortak yapısal özelliklerine, özellikle de mücadelelerine ve örgütlenme girişimlerine önemli bir ışık tutuyor. Kitabın en önemli teziyse şu: Sanayinin ucuz işgücüne sahip coğrafyalara kaymasıyla Avrupa ve Kuzey Amerika’da işçi sınıfı kaybolmaya yüz tutmuş olabilir; fakat Asya ve Afrika’da endüstriyel üretim ile birlikte proleterleşme dalgası süratle devam etmektedir. Bugün sanayi işçilerinin sayısı tarihte hiç olmadığı kadar büyük bir sayıya ulaşmıştır.

Güneyin İsyanı, bize proletaryanın önemini kaybetmek şöyle dursun Güney Yarıkürede ciddi bir sayısal güç oluşturduğunu göstermektedir. Hatta Kuzey Yarıkürenin bu ucuz işgücünü sömürerek ve emperyal politikalarla zenginleştiği düşünüldüğünde, yoğunluğu Güney Yarıküreye kayan işçilerin ekonomik ve siyasi mücadelelerinin önemini arttırdığı da önemli bir gerçektir. Gelişmiş ülkelerin zenginliği ve konforu artık Çin, Hindistan, Güney Afrika gibi ülkelerde yoğunlaşan yüz milyonlarca işçinin sömürüsüne dayanmaktadır. Ayrıca bu işçilere ev sahipliği yapan ülkelerin yönetimleri ve kapitalistleri, emperyalist merkez ülkelerle eklemlenme biçimlerinden dolayı kendi işçilerini ve halklarını geleceğin meta tüketicileri olarak görmemektedir.

Dahası Ness’in doğrudan alandan derlediği bilgiler ışığında, Güney Yarıküredeki işçilerin sürekli itaat etmeleri için büyük bir baskı mekanizması kurulmuş durumdadır. Serbest ticaret bölgelerinde, madenlerde ve büyük sanayi merkezlerinde çalışan milyonlarca işçi, yedi yirmidört güvenlik güçleri ve gözetleme mekanizmalarıyla baskı ve denetim altında tutulmaktadır. Kimi zaman bu işçilerin sağlık imkânları, okulları, sadece aileleriyle birlikte oturacakları evleri dahi yoktur. Çoğunluğunu göçmenlerin (özellikle de kırdan göçenlerin) oluşturduğu yedek işgücü orduları bugün Güney Yarıkürede, 1800’lü yılların Avrupa’sını solda sıfır bırakacak bir sayısallığa ulaşmıştır. Bu da güvencesizliği kalıcılaştıran bir etmendir. Dikkat çekici bir diğer olgu da küresel rekabet koşullarının sürekli ucuz işgücüne ihtiyaç duyması sebebiyle gelişmekte olan ülkelerde emek koşullarının gelişmesinden ziyade, tarihsel olarak emeğin daha fazla hakka sahip olduğu Batı ülkelerinde de gerilemeye başlamasıdır.

Bu durumda işçilerin imdadına, sosyalistlerin hep söylediği gibi, reformcu ve uzlaşmacı politikaların ötesinde kendi öz örgütlenmeleri, sendikal faaliyetleri ve dayanışmaları koşmaktadır. Ness’in kitabı Güney Yarıküredeki işçilerin sendikal mücadeleleriyle ilgili önemli gerçekler sunmaktadır. Öncelikle Güney Yarıkürede bağımsızlaşma sürecinde kurulan sendikalar veya sendikal federasyonlar bugün kendi ülkelerindeki ekonomik-politik düzenle tamamen aynı düzlemde hareket eder olmuştur. Ucuz işgücü ve ihracata dayalı üretim sayesinde küresel ekonomiye eklemlenen ülkeler, bu koşulların devam etmesi adına işçi örgütlenmelerini kendilerine bağlı/devletçe tanınan sendikal yapılarla kontrol etme derdindedir. Dolayısıyla işçi sınıfının militanlığına yukarıdan çizgi çekmeye dönük politikalar kalıcılaşmıştır. Ancak kitabın gösterdiği üzere, Güney Yarıkürede kümelenen milyonlarca emekçi gerek çalışma koşullarının ve ücretlerin sürdürülemez oluşunun getirdiği öfke ve çaresizlikle gerekse küresel ekonominin yeniden üretimi için taşıdıkları önemi kavramanın özgüveni ve cesaretiyle, 2010’lu yıllarda kendi bağımsız sendikalarını veya işçi örgütlenmelerini oluşturmaya dönük girişimlerde bulunmaktadır.

Güneyin İsyanı, bize günümüz proletaryasının militanlığı hakkında şunları söylemektedir: Emekçiler artık haklarını savunmaları için bürokratik sarı sendikaların kılavuzluğuna ihtiyaç duymamaktadır. Güney Afrikalı madenciler, Hindistanlı kır işçileri, Çinli imalat işçileri bağımsız sendikal faaliyetleriyle her türlü baskıya gerekirse canlarını dahi vererek direnmeye devam etmektedir. Uzlaşmacı, Keynesyen dönemde hükümetler ve sermayedarlar arasındaki politik-ekonomik ilişkilere rabıtalanan geleneksel sendikacılık bugün gerilemektedir. Çünkü sendikaları hayatta tutacak şey işçilerin radikal talepleri ve militanca mücadeleleridir. İşte bugün bu gerçeği tarihin en büyük proleterleşme dalgasının yarattığı küresel işçi sınıfı her yerde deneyimleriyle tekrar tekrar hatırlatmaktadır.