Omuz Omuza, Özgürlüğün Gençliği Olmaya

Ülkenin sezon finali yaklaşırken Saray rejimi, toplumsal muhalefet üzerindeki şiddet dozunu gitgide artırmaya devam ediyor. Düzenin her yerden dökülmeye başladığı son dönemde, işçi grevlerinin ayan beyan sermaye adına yasaklanmasından tutun da 8 Mart’ta sokağa çıkmak isteyen kadınların gözaltına alınmasına kadar yaşananlara baktığımızda Reis’in en ufak bir çatlak sese dahi tahammülünün kalmadığı ortadadır.

Devletin çekirdek yapısındaki çözülmeyle başlayan ekonomik ve siyasal alanda da devam eden kriz süreci, OHAL ve KHK rejimi ile ertelenmeye çalışılırken toplumsal alanda en liberal özgürlük talepleri bile marjinalize edilmektedir. Terör kavramının en basit demokratik talepleri içine alacak şekilde genişletilmesiyle doğru orantılı olarak, ülkede terörist(!) sayısı da her geçen gün artırılmaktadır.

Gençliğin Hakikatle Olan İlişkisi ve Hakikat Düşmanları

Hemen hemen her gün ülkenin farklı bölgelerinden gözaltı ve tutuklama haberlerinin geldiği şu günlerde bu yoğun baskıyı üzerinde en çok hisseden toplumsal kesimlerden biri de gençliktir. Gençliğin ülke genelinde uygulanan zorbalığın direkt hedefi haline gelmesinin birincil sebebi; hiç şüphesiz ki, AKP’nin gençliğin değiştirici ve dönüştürücü gücüne, sol cenahtan daha çok inanıyor olmasıdır.

Toplumsal muhalefetin yükseldiği hangi döneme, hangi ülkeye bakarsak bakalım isyan dalgasının taşıyıcısının gençlik olduğunu görmemiz mümkündür. Yegâne gayesi; temel çelişkinin sürekliliğini sağlamak olan dönemin egemenleri gençliği sosyal, kültürel imkanlarla oyalamak, oyalayamadığını fark ettiği aşamada geleceksizlikle tehdit etmek, sindirmek, mahkûm etmek gibi türlü yollarla ehlileştirmeye çalışmaktadır.

Gençlik; dünyadaki değişimleri algılayabilmek, değişen çelişkileri kavrayabilmek ve bunları hakikatin ışığında en radikal ve en farklı yollardan eleştirebilmek yetisine sahiptir. Özellikle bilimsel bilgiye ulaşma imkanlarının daha erişilebilir olduğu üniversitelerde gençlik, hakikati görebilmek konusunda diğer toplumsal kesimlere nazaran daha şanslıdır. Tam da bu nedenle, üniversiteler ve üniversite gençliği egemenlerin, ülkemiz ve içinden geçtiğimiz dönem bazında da Saray rejiminin direkt olarak hedefi durumundadır. Üniversiteleri kontrol altına almak ve hatta daha açık ifade etmek gerekirse, işgal etmek isteyen iktidar, bu amacına ulaşabilmek adına dönem dönem farklılaşan ama bir süreklilik arz eden çeşitli politikalar uygulamaktadır. Bu politikalardan bir tanesi; çeşitli kültürel yapılardan birçok gencin, bir araya geldiği üniversitelerde kendi doğalında taşıdığı farklılıkları derinleştirmektir. Bu politika ışığında görece daha muhafazakar ailelerden gelen gençleri kendi saflarına çekmeye çalışırken; daha liberal veya daha idealist genç kesimi kariyer planları ve gelecek vaatleriyle oyalayıp bencillik ve rekabet duygusuyla zehirlemekte; içinde yaşadığı topluma dair kaygılar taşıyan ve ülkesine dair kafa yoran, içinde bulunduğu alandan başlayarak ülke çapında bir değişim için politikalar üretmeye çalışan devrimci/sosyalist veya demokrat öğrencileri ise polis, özel güvenlik görevlileri, disiplin cezaları ile sindirip üniversitelerden uzaklaştırarak diğer öğrencilerin gözünde kriminalize etmeye çalışmaktadır. İlk kesimden sayabileceğimiz gençler, gençliğin ortak sorunlarını görmekten uzaklaşmaya, içinde bulundukları alana yani, üniversiteye yabancılaşmaya başlamaktadır.

Bu yazının amacı ise; üçüncü bir kesim olarak adlandırdığımız devrimci/sosyalist/demokrat gençliğin üzerindeki baskıya dikkat çekmek ve bu şiddet sarmalını aşabilmeye dair, aslında hepimizin bildiği bazı yöntemleri hatırlatmaktır.

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, AKP rejiminin üniversiteler üzerindeki baskısı daha dün başlamış bir olay değildir. Eğitim sistemindeki değişiklikler, üniversitelerin karakollaşması, özel güvenlik görevlilerinin takviye polis kuvvetlerine dönüştürülmesi, turnike ve geçiş sistemleriyle üniversitelerin her alanının denetim altına alınması, akademisyenlerin ihracı ve son olarak Reis’in prototipleri diyebileceğimiz: kayyum rektörler. Bu çok yönlü saldırı politikasıyla birlikte içinde bulunduğu topluma dair sorumluluk hisseden ve öğrencilere “kötü” örnek olabilecek akademisyenlerin ihracı ve yerlerine “işimdeyim, gücümdeyim akademisyenleri”nin getirilmesiyle bilimsel üretimin baltalandığı, her türlü kulüp faaliyetinin çeşitli bahanelerle işlevsizleştirildiği, afiş asmak, bildiri dağıtmak gibi bütün politik faaliyetlerin yasaklandığı, en ufak bir basın açıklaması veya anma programına bile izin verilmeyerek öğrencilerin okul koridorlarında işkenceyle gözaltına alındığı yahut tutuklandığı bir saçmalıklar silsilesi yaşanmaktadır.

Reis Boğaziçi’nde Özgürlük İstiyor, Hay Hay Mösyö!

Tüm bu karanlık tabloyu somut bir örnek üzerinden incelemek gerekirse, Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanan son olaylara özellikle bakmak gerekmektedir. Hatırlayacağınız üzere Reis, Boğaziçi Üniversitesi’ni “yerli ve milli” olmamakla suçlayıp hocaların belli bir fikre sahip olmayan öğrencilere kapılarını kapattığını söyleyerek özgürlük ortamının olmamasından yakınmıştı. Bu açıklamadan birkaç ay sonra hükümetin Afrin’de yürüttüğü işgali destekleyenlere karşı “İşgalin, katliamın lokumu olmaz” yazılı pankart açan öğrenciler, okulun orta yerinde darp edilerek gözaltına alındı. Öğrenciler, uzatılan gözaltı süresi boyunca işkence gördü ve gözaltına alınan öğrencilerden birçoğu tutuklandı.
Sonrasında ve halen daha, okulun içinde sivil araçlarla polis noktaları kurulmuş olup okul çıkışında, tamamen hukuksuz bir şekilde alınan öğrenciler bu noktalarda sorgulamalara ve tehditlere maruz kalıyorlar. Arkadaşlarının tutuklanmasının ardından, doğal olarak bir korkuya kapılan öğrencilerin bu şekilde okul çıkışında zorla alıkoyulmalarla birlikte, tamamen dirençleri kırılmaya çalışılıyor.

Pekala, devletin en üst kademesinden okuldaki güvenlik memuruna kadar seferber olduğu bu devlet şiddetinin en açık hali karşısında arkadaşlarımız hapisteyken bizler de evlerimizde mi tutsak olacağız? Barışın sesini yükseltmenin yanında, tutsak edilen arkadaşlarımızın sorumluluğu da üzerimizdeyken bizler, bir kenara çekilip olayların durulmasını mı bekleyeceğiz? Cesaretimizi korumakta güçlük çektiğimiz bu noktada, en bilindik yöntemle dönüp tarihimize bakmamız gerekmektedir. Farklı dönemlerde, farklı hükümetler, farklı reisler benzer politikalarla gençliği sindirmeye çalışmıştır. Gençlik ise ısrarla, dirençle ve mutlaka omuz omuza en yıkılmaz düzenleri yerle bir etmiş, en heybetli zalimlik abidelerini tarihin tozlu sayfalarında unutulmaya mahkûm etmiştir. Arkadaşlarımızı oradan almak, barışın ve özgürlüğün sesini yükseltmek, tüm bunlara sebep olan düzene karşı savaşmak hepimizin tarihsel sorumluluğudur.

En kısa sürede üzerimizde kurulmaya çalışılan bu korku imparatorluğuyla yüzleşip hakikati kuşanmamız gerekmektedir. Madem her şeyin farkındayız, madem biliyoruz ki Afrin Operasyonu açık bir işgaldir, arkadaşlarımız haksızca hukuksuzca tutsak edilmiştir, bir avuç insanın yığınla emekçinin emeğini gasp etmesiyle kuruluyor bu saraylar saltanatlar, bilim, edebiyat, sanat, felsefe olmaksızın manasızdır hayat, bizce de çocuklar çiçeklerin koynunda uyumalıysa eğer; teorimizle pratiğimizi buluşturmanın vaktidir. Aklımızı, bedenimizi, şiirimizi, felsefemizi korkudan arındırıp özgürlükle donatma vakti gelmiştir. Bir kez daha selam verelim öyleyse Spinoza’ya ”Özgür insanın, ölümden daha az düşündüğü hiçbir şey yoktur. Onun bilgeliği; ölüm değil, yaşam üzerine tefekkürüdür.”

Birilerinin değil, özgürlüğün gençliği olmaya ve mutlaka omuz omuza.