Türkiye – Rusya – İran Ekseni

Orta Doğu siyasetinde her zaman NATOcu bir odak olarak hareket eden, geçmişte Nasırcılık ya da Bağlantısızlar Hareketi gibi girişimleri baltalamaya çalışan, Cezayir bağımsızlık mücadelesi sırasında Fransa ile saf tutan Türkiye; AKP’nin (yani Reis’in) ustalık döneminde, tarihinde ilk defa NATO’dan bağımsız bir tutum mu geliştiriyor? Ulusalcıların ve Reisçilerin olumlu yanıt verdiği, ezberini bozmaktan ölümden korkar gibi korkan gelenekçi sol odakların kolayca olumsuz yanıtladığı bu sorunun cevabı, emperyalizmin günümüzdeki durumunun da irdelenmesini gerektiren karmaşık bir konu. Bununla beraber, Türkiye’nin esas yönelimine dair analizlere girmeden de bu ilişkinin dinamiklerini irdelemek ve sahadaki hakikatlere odaklanarak bu eksenin yakın geleceğine dair bazı kestirmelerde bulunmak mümkün.

Orta Doğu siyasetinde kutupları, Filistin sorunundaki tavırlarından bağımsız düşünmek mümkün değil. İş lafa gelince, tüm Müslüman nüfuslu ülkeler Filistin davasını desteklediğini söyler ama esas ölçüt; İsrail’e karşı tutumdur. Bu testte Lübnan’daki siyasal çoğunluk, Suriye, Katar ve İran açıkça İsrail karşısında yer alıyor (Yeni Irak devleti hala gerçek anlamda siyasi istikrara ulaşamadığı için onu konumlandıramıyoruz). Katar’ın bir önceki ve kısmen şimdiki şeyhinin kişisel siyasal tercihleri bir yana bırakıldığında, ortada Ürdün Kralı’nın Irak’taki Şii ağırlığını da işin içine katarak tanımladığı Şii Hilali kalıyor. Şii sıfatı, Ürdün Kralı’nın bilerek yaptığı ufak bir çarpıtma. Zira Suriye, Esadların yönetiminde hep seküler bir diktatörlüktü. Filistin direniş örgütlerinin bir kısmının da içinde olduğu bu blok, kendine “Mukavemet” demeyi tercih ediyor.

Mukavemet kâğıt üstünde bir birlik olmaktan gerçekliğe ancak Suriye diktatörlüğü Arap Baharı’nın ağırlığı altında ezilip ciddi bir iç savaş ortamına sürüklenince dönüştü. Bu iç savaş boyunca İran-Suriye ortaklığı iyice gelişti. Rusya ise ancak 2014’ten sonra yavaş yavaş bu birlikteliğe dahil oldu. Ana akım uluslararası ilişkiler uzmanları, Putin’in, Sovyetler Birliği ya da Çarlık Rusyası’nın emperyal hedeflerinin hayalini kuran bir siyasi lider olduğu için Batı karşıtı olduğu fikrini pompalıyor. Hikâyenin bu versiyonu, Sovyetler’i dağıtmaları için kendilerine Batılılarca yapılan hiçbir somut taahhüdün (özellikle NATO’nun genişlemesiyle ilgili olanların) yerine getirilmemesinin gelenekçi Rus diplomasisinde yarattığı etkileri görmek istemiyor. İlk iktidara geldiğinde Alman Parlamentosu’nda yaptığı konuşma Batılılarca çok rahatlatıcı bulunan Putin, 2007 yılında Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı meşhur konuşmada ilk defa NATO’yu suçlamıştı. Daha sonra bu retorik, Gürcistan’dan itibaren Batılıların somut siyasetlerini de üretti. Fakat Ukrayna ve Libya’da Batılı güçlerce verilen sözlerin tutulmaması, 2008 krizi sonrası dünyanın ekonomi politik koşulları ile birleşince; Rusya’nın kendi dış politika yaklaşımı doğrultusunda özellikle, etki alanının olduğu coğrafyalarda tek taraflı davranma tercihini daha rahatça yapmasını sağladı.

Rus dış siyaseti; klasik realist yaklaşıma uygun egemenlikçi bir vurguya sahip. İdeolojik olmaktan ziyade, reel ulusal çıkarlar ekseninde hareket etmeye dayanıyor. Düşmanını şeytanlaştırmayan, onunla her pazarlığı yapabilen, ancak çıkarı doğrultusunda sonuç elde etmek için güç kullanmaktan çekinmeyen bir diplomasi anlayışı bu. İran’ın ideolojik hamleleri ile Rusların realizmi kuşkusuz her iki ülkenin askeri ağırlığıyla birlikte Suriye İç Savaşı’nın gidişatını belirledi. Bugün Fırat’ın doğusunu, Kürtler eliyle ABD kontrol ediyor. Ürdün, İsrail ve Türkiye sınırlarında sırtlarını bu ülkelere dayayan isyancı güçler var. Haziran ayı geldiğinde ülkenin iç kısmında, Homs’un doğusundan Deyr Ez Zor’a uzanan çöllük alanda vur-kaç operasyonlarını sürdürme kapasitesi olan IŞİD dışında, silahlı muhalefet kalmayabilir. Batı ise son saldırılarının da gösterdiği üzere, Suriye’de kaybetmeyi asla sindiremeyecek.

Bu hazımsızlığın onları ne kadar saldırganlaştıracağı, bugün için Suriye denkleminin tek bilinmeyenidir.

Astana’da resim veren Türkiye ise Suriye için Rusya ve İran’dan farklı hedeflere sahip. Rusya’nın en büyük katkılarından biri, Türkiye’yi Rus ve İran hedeflerine paralel davranan bir oyuncuya dönüştürmek oldu. İlginç bir biçimde, bunu önce Türkiye’yi düşen uçağından dolayı sıkıştırarak, Türkiye tövbe edince de onun Suriye’deki emellerine önemli ölçüde bir müsamaha göstererek sağladı. Kuşkusuz, Türkiye’nin zayıf karnı, bölgede Kürtler’in yaşadığı devletler arasında herhangi bir statü talebine en kapalısı olması. Bu durum, Suriye İç Savaş’ından çok karlı çıkan Kürtler’i, her ne pahasına olursa olsun engellemeyi Türkiye’nin dış politika önceliği haline getirdi. Bu noktada, Rus müsamahakârlığı Türkiye’nin gözüne o kadar hoş geliyor ki, Reis’in dayandığı mezhepçi tabanın hülyalarıyla hiç bağdaşmayan ve geleneksel Türk diplomasisinin hiç hazzetmediği İran dış siyaseti ile ciddi bir sorun yaşamadan aynı masada oturulabilniyor. Oysa, Mukavemetin Türkiye’ye diş bilediği bir sır değil. Ama Rusya ile pazarlık yapılabilir durumda oldukça, Türkiye bunu umursamıyor.

Rus dış siyaseti realist, pragmatist değil. Dolayısıyla, kendi çıkarıyla Türkiye’ninki bağdaşmadığı anda sahada güç kullanma bir vaka haline gelecek. Duma’daki son kimyasal saldırı iddiası ve üçlünün saldırısı sonrası Saray’ın ve kontrolündeki Türk medyasının durumu; Türkiye fiziken Astana’da olsa da onun kalben Macron, May, Netanyahu ve ABD şahinleri ile birlikte durduğunu gösteriyor. Bu ekibin Kürtler’le iş tutması, Türkiye’nin kalbinin olduğu yerde bulunmasını engelliyor. Rusya’nın bunun farkında olmaması mümkün değil, onlar bu Türk şizofrenisinden sonuna kadar faydalanmak istiyorlar. Kürtler ABD tarafında olduğu sürece, onlar üzerinden yaptıkları ödemeler Rusya için önemsiz. Sonuçta, Türkiye’den kopardıkları tavizlerle Rusya’nın Türkiye’deki ekonomik çıkarları gelişiyor. Suriye İç Savaşı’nda ise genel anlamda, Türk Silahlı Kuvvetleri kontrolündeki İdlib çöplüğü, Suriye Arap Ordusunun elini rahatlatıyor.

Bu durumun orta vadede sürdürülmesi mümkün değildir. ABD, İngiltere ve Fransa’nın gerçekleştirdiği etkisiz saldırı, Batı’nın daha doğrudan müdahalesinin habercisi değilse sıra, en geç Mayıs sonunda İdlib’e gelecek. Her ne kadar Ruslar, Türkler üzülmesin diye öncelikle bölgenin Heyet Tahrir el Şam (yani El Kaide) kontrolündeki kısımlarını askeri olarak hedeflemeyi planlasa da, Suriye İç Savaşı’nın defalarca gösterdiği gibi Kürtler dışındaki Esad muhaliflerini, Suriye Arap Ordusu sahada olduğunda diğerlerinden ayırmak mümkün değildir. İlk saldırı kısa sürede tüm İdlib’i içine alan bir savaşa dönüşecektir. O gün geldiğinde, Astana sürecine sadakat noktasında karar vermesi gerekecek olan aktör; Türkiye’dir. Olaylar, Kürt çıpasının Türkiye’yi Astana’da tutmasına yetmeyecek raddeye hızlıca tırmanabilir. Bu noktada her zaman sahadaki güç dengesine ve kendi reel çıkarlarına odaklanan Rusya’nın para, kan ve itibar yatırdığı Suriye cephesinde, Mukavemet ve Esad’ı değil de Reis’i destekleyeceğini beklemek gerçekçi değildir. Reis dışı Türk aktörler eğer hala varlarsa, zaten doğaları gereği Batıcı ve Mukavemet düşmanıdır. Dolayısıyla sahadaki hakikat bize Türkiye-Rusya-İran ekseninin 2018 yazını çıkaramayacağını gösteriyor. Bu durum, Saray’ın dayandığı temel bir payandanın da yok olması anlamına gelecektir.