Borç Ekonomisi ve Kriz

Türkiye seçimlere giderken, henüz reel sektöre yansımamış olan ekonomik krizin yarattığı panik havasını yaşıyor. Kriz emareleri, iktidarın seçimi erkene çekmesine yol açıp uluslararası sermayeden destek arama çabalarını hızlandırmışken muhalefetin ise çeşitli ekonomik vaatlerini öne çıkardı. İktidardan muhalefete kadar vaat edilen politikaların ortak noktası; değişen oranlardaki kamu harcamaları oldu. Vergilerin (kamu gelirlerinin) adaletsiz dağılımına HDP dışında değinen olmadı. Muhtemelen bunun sebebi, tüm bu kamu harcamalarının nasıl finanse edileceği üzerine eleştirilerdi. Esasen, devlet mekanizması, gelirin toplumsal dağılımını değiştirme gücünü elinde bulundurduğundan, bu eleştiriler birincil önemde değildir. Yine ortak bir biçimde, Merkez Bankası’nın ekonomideki rolüne ise hiç değinilmediğini görüyoruz. Bunun da muhtemel bir sebebi, yabancı sermaye çevrelerini kızdırmama çabasıdır. Küreselleşmenin başarısızlığına tepkinin tüm dünyada insanları, daha sert liderlere yöneltmesine rağmen, hiçbir liderin uluslararası kapitalizmden çıkmayı göze alacak kadar sertleşememesi manidardır.

Adayların vaatlerini özetledikten sonra tespit ve eleştirilerimizi paylaşabiliriz. Yaklaşan krize karşı ilk ekonomik vaadi, Akşener’in ekibi yaptı. 4,5 milyon vatandaşın (kredi kartı, kredili hesap ve tüketici kredisi) borçlarının devlet tarafından (sosyal dayanışma fonu) bir defalığına devralınacağını ilan etti. İnce ise gençlere bayramlarda 500’er TL burs ve ileri teknolojili üretim politikalarını teşvik edeceğini ifade etti. Burada, Güney Kore modelini (stratejik sanayileşme modeli) örnek göstererek devlet desteğiyle teknolojiye dayalı özel şirketlerin geliştirilmesini hedeflediklerini ve bunu eğitim politikalarıyla tamamlamayı vaat etti. Ayrıca asgari ücretin artırılması, çiftçiye mazot desteği verilmesi ile kredi kartı ve tüketici kredisi borçlarında faizlerin yüzde 80’inin silinmesi vaatleri de öne çıktı. Demirtaş ise istihdamın artırılacağını; asgari ücretin ve en düşük emekli maaşının net 3000 TL olacağını, gençlere aylık 500 TL, sığınma evlerindeki kadınlara 1000 TL, emekli olmayan yaşlılara da aylık 1000’er TL ödeme yapılacağını; tüketici ve kredi kartı borçlarının faizlerinin silineceğini açıkladı. İktidarın ekonomik vaatleri ve seçim politikaları ise ceza, vergi ve prim borçlarının yeniden yapılandırılması; işyeri açan emeklilerin borçlarının silinmesi; yaşlılık aylığının 266 TL’den 500 TL’ye çıkarılması; imar affı ile 12-13 milyon yapıya kayıt belgesi verilmesi; 500 bin öğrencinin üniversiteye dönüş yolunun açılması; 18-29 yaş arası gençler için işyeri açma desteğinin verilmesi şeklinde oldu.

Vaatler arasında en ilgi çekici olanlar; bireysel kredi borçlarının silinmesi oldu. Kapitalizm, borç ekonomisi yönetimine dayanır. Yoksulların, sermaye sahiplerinden borç alarak ekonomik faaliyet yürütmelerini öngörür. Geçinmek ve üretmek için borç almaya, sonra bunu faiziyle ödemeye mecbur kılar. Borç veren sermaye kurumları, banka gibi yasal yapılar olabileceği gibi tefeci gibi yasa dışı yapılar da olabilir. Türkiye, IMF önerileri doğrultusunda devletin borçlu olduğu bir ekonomiden özel şirket ve bireylerin borçlu olduğu bir ekonomi politikasına geçiş yaptı. Bireylerin ve özel şirketlerin borçlu olması, daha yönetilebilir kabul edildi. Ancak, 2008 ABD Krizi de gördüğümüz gibi özel borçlar da kriz zamanlarında devletin üzerine kalmaktadır. Bireysel kredi borçlarının iptali yönündeki vaatler bu anlamda olumludur. Ancak bunun temelini, halkı tekrar borç sarmalına sokmayacak bir ekonomik modelin oturtulması oluşturmalıdır. Düzen partilerinin borç silme önerileri ise borçluluk ilişkilerini ortadan kaldırmaktan ziyade, sistemin devamlılığını sağlamaya yöneliktir. Bankalar zaten tahsil edemedikleri alacakları, değerlerinin onda biri, yirmide biri fiyatına varlık yönetim şirketlerine satıyorlar. Hükümetin bu batık alacakları satın alıp borçları silmesi de bankacılık sektörünün zararına olacak bir şey değil, aksine bankaların bilançolarını iyileştirir. Sadece bir avuç varlık yönetim şirketi biraz iş ve gelir kaybına uğrar, o kadar.

Ülke ekonomisinin de yaklaşan krizden borçlanarak çıkması beklenmektedir. Nasıl geliri az olan bir insan tasarruf yapamıyor ve kredi çekmeye ihtiyaç duyup sermaye kurumlarına yöneliyorsa ülkeler de aynısını yapmak zorunda kalır. Bir ülke ekonomisini borç sarmalından çıkaracak yöntem ise daha verimli üretim yapmaktır. Türkiye, ekonomisini 1947 yılından beri kronik hale gelen cari açık bağımlılığından ancak üretim politikalarıyla kurtarabilir. Daha verimli üretim vaadi; devlet destekli, teknolojik üretim politikaları ve Güney Kore modelini gündeme taşıdı. Aslında Türkiye de 1980’lerde Güney Kore’nin dışa dönük sanayileşme modelini benimsemişti. İlgili dönemlerde Güney Kore’nin Türkiye’den önemli farkı KİT’lerin tasfiyesine ve özelleştirmelere hız vermemesiydi. Devletin ekonomi üzerindeki ağırlığı her zaman korunmuştu. Önemli benzerlikler ise işçilerin ücretlerinin düşük tutulması, sermaye sınıfının zenginleştirilmesi, dolaylı vergilere dayalı adaletsiz bir vergi sistemidir. Güney Kore’deki kalkınma ve sanayileşme politikalarının yükü işçi sınıfına yıkılmış, ülkedeki gelir eşitsizliği önemli ölçüde artmıştır. Bu vaatte bulunulurken işçi sınıfı unutulmuş gözükmektedir.

Seçimlere yönelik ekonomik vaatlerin en önemli ortak yanı kuşkusuz kamu harcamalarının dağılımındaki öne çıkıştır. Maliye politikasına yapılan bu vurgunun tarihsel önemi, neoliberal paradigmanın özellikle 2008 ABD Krizi’nden sonra gerilediğini göstermesidir. 80’ler sonrası dünyaya hakim olan ve devletin ekonomiyi piyasa güçlerine teslim etmesini vaaz eden hakim anlayış neoliberalizm, Anglo-Sakson modelin 90’lar boyunca çevre ülkelerde ve sonunda da 2008 Krizi ile ABD’de ortaya koyduğu tartışmasız başarısızlığı ile yerini başka bir modele bırakacak gibi gözüküyor. İktidarın uluslararası sermaye ile yaptığı görüşmelerde (önceki yılların aksine) kamu harcamalarının değil de faiz oranlarının öne çıkıyor olması en azından şimdilik bunu gösteriyor. Şimdilik, çünkü gelen krizi atlatabilmek için IMF ile yapılacak bir anlaşmada, standart IMF kemer sıkma politikaları yürütüleceği için, kamu harcamaları büyük ölçüde kısıtlanır. Bu kısıtlanmanın yükü de sermaye sahibi olmayan sınıfa kalacaktır.

Seçime yönelik vaatlerdeki en önemli eksik burada bulunuyor. Yukarıda sayılan ekonomik politikaların hiçbiri yaklaşan krizden kısa vadede çıkış için yeterli olmayacaktır. İleri teknolojili üretim politikaları ancak uzun vadede etkisini gösterecektir. Ekonomik krizden çıkış için büyük miktarda yabancı sermaye girişi, kapitalist sistem dışına çıkılmadığı sürece, tek yol gözüküyor. Daha düşük bir ihtimal ise seçim sonrası oluşacak yönetimin yabancı sermaye için oldukça ilgi çekici bulunarak ülkeye para girişinin artması olacaktır. Ancak ABD’nin faiz artırma politikaları düşünülürse bu olasılığın düşüklüğü ortadadır.