Tarih, sınıf ve şaşkınlık

“Yaşadıklarımızın yirminci yüzyılda ‘hala’ olabilmesi karşısında duyulan şaşkınlık, felsefe anlamında bir şaşkınlık değildir. Bu şaşkınlık, kendisine kaynaklık eden tarih anlayışının savunulamayacağı bilinmediği sürece, hiçbir bilme sürecinin başlangıcını oluşturamaz” (W. Benjamin). Benjamin’in bu tespiti güncel olarak da geçerlidir. Öyleyse içinden geçtiğimiz öznel ve nesnel koşullara dair şaşkınlığımız ya da hayıflanmalarımızın koşullarla değil, kendimizle ya da bize ilişkin bir yetersizlikle bir ilgisi olmalı.

Tarih ve politika deyince Walter Benjamin akla gelen isimlerden biri. Ne var ki Benjamin’in kavrayış tarzı Frankfurt Okulu’nun genel olarak taşıdığı kimi sorunlardan ve yetersizliklerden azade değil. Oysa tarih ve politika arasındaki bağıntıyı sınıfın oluşumu açısından ve belli bir dönem (İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu) üzerinden ele alan E. P. Thompson’un ortaya koyduğu bağıntılar ve süreçler mantığı hem Marksizm’deki idealist eğilimlerin eleştirisi hem de Marksizm’in aşılması yönünde özgün bir hamledir. Bunun güncel anlamları da var. Teoriyi salt bir kavramsal dizge olarak görmediğimiz, onun yaşamla olan dolaysız bağlarını kavradığımız ve kurduğumuz sürece şaşkınlığımızı azaltıp rasyonel ve kolektif adımlar olanağına sahip oluruz. Bu zor olsa da içinden geçilen süreci ve ilişkileri belli bir yaklaşımla, bu yaklaşımın sürekli geliştirilmesi ve sınanması ile anlamayı başarabilirsek hangi somut adımları atabileceğimiz konusunda bir öngörüye de sahip olabiliriz. Doğru tarihsel adımlar ise bakış açımızı dönüştürdüğü gibi işe yaramaz argümanları eleyip yeni argümanlar geliştirmemize yardımcı olur. İşte içinden geçtiğimiz süreçte mütemadiyen yaşadığımız yenilgiler ve bunlar karşısında içine düştüğümüz kolektif şaşkınlığın en kritik sonuçlarından biri, büyük bir yanılgı ve köklü bir yanlış anlama içinde olduğumuzdur. “Gözden kaçırılan şey, sürecin bütününün sezilmesi, dönemin tüm siyasal ve toplumsal bağlamıdır” (E. P. Thompson). Bununla yüzleşmediğimiz sürece şaşkınlık duymak kaçınılmaz olacaktır ki bir süredir bu kaçınılmazlık bir trajediye dönüşmüştür. Öyleyse ne yapacağız?

Süreci belirleyen ilişkilerin tarihsel mantığını kavramaksızın güncel olanı oluşturan dinamikleri kavramak olası değildir. Kuşkusuz meselemiz çözümlemekten ibaret değildir. Ne var ki öncüllerden biri budur. Burada Marx’ın düşüncesine uygun biçimde düşünüldüğünde bunun teori ile pratik arasında bir öncelik-sonralık meselesi olmadığı kolaylıkla anlaşılacaktır. Nihai olarak bahsettiğimiz, somut toplumsal ilişkiler, süreçler ve deneyimlerdir. Deneyim ise “ispat söyleminin kendisini huzura çağıracağı ana kadar büroların kapısında ihtiyatla beklemez. Deneyim kapıyı vurmadan içeri girer ve ölenleri, sağ kalanların çığlıklarını, savaş siperlerini, işsizliği, enflasyonu, soykırımı dile getirir” (E. P. Thompson). İşte E.P. Thompson’un bu ilişkileri ve süreçleri anlamak açısından İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu‘nda ortaya koyduğu bakış açısı, bir bakıma Marx’ın fikrinin ve yaklaşımının edimselleşme tarzlarından biri gibidir ve kritik mesajlar verir.

İçinden geçtiğimiz süreci anlamak için Thompson’un bazı argümanları, topluma ve tarihe yaklaşım tarzı hala yol göstericidir. Thompson’un yaklaşımından çıkarabileceğimiz en önemli sonuçlardan biri ise şudur: Bir toplumu, bir dönemi, içinden geçtiğimiz süreci, bir politik kuramı ya da toplum felsefesini çözümlerken ekonomi-politiğin ve sınıf mücadelesinin bu çözümlemede nasıl bir yeri ve ağırlığı olduğuna bakılması tarihin mantığı gereğidir. (Thompson’un Althusser eleştirisi temel olarak bu hareket noktası üzerine inşa edilir ve eleştirinin meşru dayanaklarını bu yöntem oluşturur ki yine bu yöntem tüm toplum kuramlarına uygulanabilecek güncelliktedir).

Thompson, yaşanan süreci anlamak için bahsettiği “tarihsel mantık”a dayanarak hareket eder ve buradan çıkan bazı sonuçları ifşa eder. Bunlardan birisi sömürü ilişkilerinin kapsamına dairdir: “Sömürü ilişkisi, hoşnutsuzlukların ve karşılıklı düşmanlıkların toplamından fazla bir şeydir. Farklı tarihsel bağlamlarda mevcut mülkiyet biçimleri ve devlet iktidarıyla ilgili biçimler alan belirgin bir ilişkidir”. Buradaki vurgu, sömürünün temel olarak ekonomik ve politik olmak üzere iki boyut üzerine inşa edildiğini göstermek içindir. Öyleyse “ekonomik sömürü” ve “siyasi baskı” arasındaki diyalektik ilişkiyi yaşanan toplumsal koşullara göre kavrayamamak sadece fantezilerin, spekülasyonların ve şaşkınlıkların artmasına neden olur. Zira “bilginin gerçek nesnesi değişiyorsa ve kavramlar değişim sürecini kuşatamıyorsa, o zaman siyasal-iktisadı son derece kötü ele alırız”.

Biz ezilenler, devrimciler, muhalifler açısından birçok şeyin yolunda gitmediği aşikâr. Ama bu durum salt düşmanın güçlü olmasına dayandırılamayacak ya da bu yolla açıklanamayacak kadar köklü nedenlere sahip. Bu nedenleri kavramanın ve ortadan kaldırmanın yolu ise tarihin hakikatinden geçer: “Tarih, küresel uçuş yapan bir Concorde uçağı gibi büyük teori imal eden bir fabrika değildir; seri halde küçük teoriler üreten bir montaj fabrikası da değildir. Dışarıdan imal edilen teorinin içinde ‘uygulanabildiği’, ‘sınanabildiği’ ve ‘doğrulanabildiği’ dev bir deney istasyonu da değildir. Bu asla onun işi değil. Onun işi kendi nesnesinin örtüsünü açmak, ‘açıklamak’ ve ‘anlamak’tır, gerçek tarihi” yani hakikati. Öyleyse bizler, ancak tarihin ateşinden geçerek daha güçlü biçimde yeniden başlayabiliriz.