Türkiye’de Rejim Krizi

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir dönemi açık bir biçimde kapanmıştır, üstelik bu küresel olarak son derece istikrarsız ve değişken bir ortamda gerçekleşmektedir. Kendi “eski rejimini” devirdiği 1908’den beri birkaç kez olduğu gibi sermaye devleti bu defa varlık yokluk sorunu içinde rejim değiştirmektedir. Rejim devletin yönetim biçimidir. Bu anlamıyla rejim, devletin üstünde/dışında bir olgu ya da özel bir biçimi değil; onun bir parçasıdır. Bilindiği üzere devlet; parlamento, yargı, hükümet ve benzeri çeşitli kurumlardan oluşuyor. Rejim, bunların belli bir önem sırası ve dizilişe göre işletilmesidir. Elbette, bunun toplumdan rıza almış bir işleteni olmalıdır.

Yeni rejim, Erdoğan’ın kafasından çıkmadı, gerici Cumhuriyetin rahminde büyüdü ve yine onun belirleyicisi olduğu bir konjonktürde dünyaya geldi. Bu önemli, çünkü Erdoğan karşıtları arasındaki yaygın kanı Erdoğan’ın devleti ele geçirdiğidir. Bu da onları, devleti Erdoğan’ın elinden kurtarmaya itiyor. Erdoğan iktidarı somutunda devlet-rejim ilişkisini doğru anlamak, politik ve ideolojik bir dizi ayrımı yapabilmemize olanak sağlıyor. Lenin, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânıyla iktidarın padişahtan parlamentoya geçmesini demokratik devrim olarak nitelendirmişti. II. Meşrutiyet’ten 1923’e kadar geçen inişli çıkışlı süreçte Türkiye Cumhuriyeti, Kemalist öznenin gerici diktatörlüğü olarak kuruldu. Kendini sürekli Kürt halkını, komünistleri ve azınlıkları siyaset sahnesi dışında tutmak üzere kurguladı ve tahkim etti.

Kemalist cumhuriyet tesisinden itibaren kendi varlığını tahkim için bir yandan batıcı kurumlar inşa ederken bir yandan da Anadolu halkının Türkçe konuşan Sünni kesimine dönük bir millet fantezisini eğitim sistemi, diyanet ve askerlik kurumunu kullanarak pompalamıştır. 12 Eylülden sonra Türk İslam sentezi adı altında bu ideolojik reçetede dini ağırlık giderek artmıştır. Aynı zamanda gene 12 Eylül sonrası neoliberal sermaye birikim rejimine uygun bir biçimde parasallaşmanın toplumsal ilişkilerin tüm katmanlarına sızdığı bir tüketim toplumu oluşturmak yolunda adımlar atılmaya başlanmıştır. Özal hükümetleri özellikle otuzlardan kalma kalkınmacı ideolojiye karşı bir ideolojik seferberlik ilan etmiştir. Türkiye bu süreç sonunda, giderek şehirleşen, katma değeri düşük sanayi üretimine Avrupa ile yakınlığı dolayısıyla bağlı, acılarını ise yaygın tarikat cemaat ağlarıyla toplumun her zerresine nüfus eden dinle dindiren bir toplum olmuştur. Erdoğan bu toplumun bir anlamda kişileşmiş halidir. Tam da bu yüzden Erdoğan toplumun en az üçte birinin plebisiter bir biçimde rızasına sahip bir siyasi liderdir.

Erdoğan’ın içinden çıktığı İslamcı hareket birinci cumhuriyeti noktalayacak bir biçimde iktidara gelmeyi ya da iktidar odakları içinde etkili olmayı uzun süredir hedeflemekte ve bu doğrultuda örgütlenmekteydi. Fakat kabul etmek gerekir ki 15 Temmuz’un açıkça ortaya koyduğu gibi birinci Türkiye Cumhuriyetinin kurumları bütünüyle köhnemişti. Atmışların ve yetmişlerin hızlı toplumsal hareketliliğini bastırmak için 12 Eylül darbesi yeni bir konjonktür yaratarak, yukarıdan aşağı oluşturduğu devlet destekli kapitalizmin sigortası olan kalkınmacı, aydınlanmacı devlete kendi elleriyle son vermişti. Böylece pratik bakımdan Türkiye Cumhuriyeti amacını tüketmiş oldu. O dönemde resmî ideoloji olan Kemalizm yerine, liberalizm-ılımlı İslam karışımı Atatürkçülüğü koyarak bu durumu ilân etti. Kürt Özgürlük Hareketini önleyememekle siyaseten yenildi. Doksanlar bu çürümenin olanca açıklığıyla yaşandığı dönemdir. Erdoğan (içinden çıktığı İslamcı hareket değil sadece Erdoğan) bu bağlamda egemenlerin muhtaç olduğu siyasi düzen için bir rıza ve meşruiyet kaynağı olarak kendisi ile boy ölçüşebilecek bir rakibi olmadan kendini inşa etmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla bu yetki kendisine bahşedilmiştir o da tıpkı Napolyon’un tacı Papanın elinden alıp kendi başına koyması gibi kendisini diktatörleştirmiştir.

Erdoğan’ın sivil diktatörlüğü bir anlamda Türkiye sermaye sınıfı açısından yeni bir şey değildir. Onlar birinci cumhuriyette de asker kökenli bir pretoryen muhafızlar kastının arkasına saklanarak ülkeyi sömürüyorlardı. Türkiye Cumhuriyetini kuran Osmanlı paşalarının yokluğunda yerli ve milli sermaye sınıfının halk katmanları nezdinde hiçbir siyasi meşruiyeti yoktu. Büyük oranda devlet sayesinde azınlık mallarına çökmüş ve sermaye açığını devlet kaynaklarına erişimle gidermiş bu sınıfa Türkiye tarihi boyunca pek çok Marksist ya da Marksizmden etkilenmiş kuramcı tarafından asalak yakıştırması yapılması boşuna değildir. NATO üyeliği sonrası asker kökenli pretoryen muhafız kast dönüşmeye başlamış ve yerli ne özelliği varsa kaybetmiştir. Ortaya çıkan kontrgerilla mekanizması eski paşaların karikatürüne dönüştükçe rıza üretme noktasında çıkmaza girilmiştir. Doksanlı yıllardaki kanlı Kürt Savaşının da bu noktadaki çürütücü etkisi göz ardı edilemez. Türkiye’nin en batıya açık bölgesinde yaşanan 99 Depremi karşısındaki çaresizlik ve ardından gelen ekonomik kriz bu çürümüş Cumhuriyetin makyajını dökmüş, 15 Temmuz ise tabutuna son çiviyi çakmıştır. Bugün sermaye sınıfı toplumdaki her gelir grubundan destek alabilen, özellikle Sünni Türk kimliğini büyük oranda kendi etrafında bloklayabilen Erdoğan’ın arkasına saklanmaktadır. Diktatörleşebileceği konjonktüre kadar Batıcı liberaller göz kırpan Erdoğan rejimi kendi etrafında konsolide ettikçe bunlardan kurtuldu.

Erdoğan’ın toplumsal desteğinin kültürel homojenliği bir vadede sorun olsa da bugün için güçlü ve istikrarlı bir destek sağlayabildiği ölçüde önemlidir. Bu noktada reis kavramı etkendir. Führerprinzip Türkçeye reis millettir, millet reistir formülüyle basitçe çevrilebilir. Bu unsurun yeni rejimin inşası açısından faydası sarihtir. Türkiye Cumhuriyetinin bir türlü çözemediği millet tanımı (anayasal vatandaşlıktan şoven ve dışlayıcı milliyetçiliğe hangisi uygunsa onun kullanıldığı durum) reise oy veren millettir anlayışıyla yeni anayasasızlık düzenine siyasal meşruiyet sağlayarak, siyasal kurumların sıfırdan inşasına olanak sağlamaktadır. Reis’in ise elini ekonomi ve diplomaside hatta içeride siyasi müttefik arayışında epey rahatlatmaktadır. Bu durumun yarattığı anayasasızlaşma ise ülkenin batılı değerleri en çok benimsemiş kesimlerini bu rejimden uzaklaştırmaktadır.

Reis esas olarak güvenilmez dostlarının bir türlü vazgeçemediği cumhuriyetin görüntüsünü kurtarmak için kullanılan bir figür. Kendisi de bu kullanıma dünden razı. Düşmesi, gerçeklerin ortaya çıkışını kolaylaştıracaktır. Bu nedenle muhalefetin meşru ve ortak hedefidir. Politik hedefimiz Erdoğan rejimidir ama bunu cumhuriyeti ya da onun şu ya da bu yönünü kurtarmak için hedeflemiyoruz. Proletarya devrimciliğinin gereği olarak siyasal iktidara karşı konumlanıyoruz. Devrim amacımızı yitirmemek ve başkalarına akıl verir duruma düşmemek için her zaman uygun bir politik pratiğe katılma, yoksa bunu hazırlama ve sürdürme gayreti içinde olacağız.

Faşizan unsurları da olan bu sivil diktatörlüğe karşı mücadele bugün Türkiye’deki her türden toplumsal kurtuluş mücadelesi için elzemdir. Devrimci bir siyasetin ön şartıdır. Erdoğan’ın siyasal düzendeki ağırlığının azalmasına yol açabilecek hamleleri güçlendirmek, bunu yaparken sınıf muhtevası karışık ittifaklara dair tedbirli olmak önemlidir. Erdoğan’ın siyasal çekiciliğine kapılan emekçi ve ezilenleri sahip oldukları çaresizlik hissinden kurtarmak, onları muktedir kılacak politik ve toplumsal mücadeleleri büyütmek, böylece kendi çıkarlarına zıt siyasal akımların destekçisi olmalarını engellemek gerekir. Türk milliyetçiliğine, yayılmacılığına ve şovenizmine karşı kesinlikle sert bir tutum içinde olmak günümüzde antiemperyalist bir tutumun mütemmim cüzü olarak değerlendirilmelidir. Bu ilke ve amaçlar doğrultusunda siyasal mücadele ve pratiğimizi geliştireceğiz. İşçi sınıfı iktidarı için kavgayı büyüteceğiz.

İsyan Devrim Özgürlük

* Komite’nin Ocak 2019 tarihli 10. sayısında yayınlanmıştır.