Kapitalizm Öldürür, Kapitalizmi Öldür!

Kapitalist toplumda her türlü yola başvurularak kar elde etmek hedeflenir. Bu toplumda doymak bilmeyen bir canavar gizlenmektedir.

   Karl Marx

İSİG Meclisi verilerine göre, 2018’de en az 1923 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti.  Ne demek iş cinayeti? Neden çalışırken ölen insanların ölümü için cinayet tanımlamasını kullanıyoruz? Cinayet’in sözlük anlamı: İnsan öldürmek.  Bu anlam bir fail ve bir maktul işaret ediyor. İş cinayeti tanımlamasındaki fail; kapitalizm, sistem, patron düzeni, burjuva sınıfı gibi donmuş kelimelerle işaret edilebilir. Maktul ise en basit anlatımla yaşamak için emek gücünü satmak zorunda olan “herkes”tir. İşçi ölümlerini kaza değil cinayet yapan şey, bu ölümlerin önceden biliniyor olmasıdır. Aşinadır, normaldir, kaderdir, fıtrattır… Bu normalliğin kaynağı ise bize cinayetin failini işaret eder.  Ama bu yazının konusu bu değil. Bu yazının konusu; bahsettiğimiz iş cinayetlerinde dahi kaydı bulunmayan bir görünmez ordu ile ilgili.

“Kumun Gecesi” işte bu görünmez ordunun hikâyesini anlatan bir belgesel. Yönetmenliğini Ali Ergül’ün yaptığı bu belgesel 20 Ocak günü izleyicileriyle buluştu ve hepimize birçok soru bıraktı. Belgesel çalışma koşulları yüzünden silikozis hastalığına yakalanmış olan ve devlet tarafından ‘işçi’ statüsünde dahi tanımlanmayan işçilerin kot kumlama işini neden yapmak zorunda kaldıklarını, nasıl çalıştıklarını ve aslında nasıl göz göre göre öldürüldüklerini anlatıyor. Belgesel yakın zaman önce silikozis hastalığından hayatını kaybetmiş olan Ramazan Aydar’ın hepimize sitem dolu bir sesle sorduğu “İnsanlar bu kadar mı ucuz?” sorusuyla başlıyor. Sonrasında diğer işçilerin çalışma anıları bu soruya cevap oluyor.

Silikozis hastalığı, silika maddesinin solunmasıyla ortaya çıkan bir meslek hastalığı. Genellikle maden veya taş ocağı işçilerinde görülürken ilk kez Türkiye’de, tekstil işçilerinde de ortaya çıkıyor. Sebebi ise kotları eskitmek için “kumlama” denilen tekniğin kullanılması. Belgeselde, genellikle merdiven altı, kayıt dışı, sigortasız olarak çalıştırılan bu işçiler; köylerinde yaşamanın devlet politikaları yüzünden nasıl imkânsız hale geldiğini, büyük kentlere göçüp bu insanlık onuruna yakışmayan işi neden ve nasıl yapmak zorunda kaldıklarını anlatırken hem bu işin böyle bir hastalığa sebep olduğunu bilmediklerinin hem de diğer tüm insanlar ve devlet için aslında hiçbir şey ifade etmediklerini fark edişlerinin altını çiziyorlar. Bu insanlar kum ziyan olmasın diye küçük bir aspiratör ile havalandırılan 2×2, 2×3 metrekare büyüklüğündeki odalarda bu işi yapıyorlar. On iki saat boyunca ne kimseyi görüyor ne de duyuyorlar. Bu on iki saat boyunca yalnızca yirmi dakika mola veriyor ve bu işlemi yaptıkları yerlerde yemek yiyip, çay içip uyuyorlar. Üstelik bu yerlere, belediyeler ruhsat veriyor. Fakat köyünde onlarca insanın bu hastalıktan öldüğünü söyleyen Mehmet Abi, mahkemeye gittiklerinde ya sigortaları başka bir yer üzerinden yapıldığı için ya da sigortasız çalıştıkları için bir anda görünmez olduklarını ifade ediyor. Belgeseldeki en vurucu cümlelerden biri: “Bir pantolon yüz yirmi dolara satılıyordu, o pantolonu yapan bizler ise beş-altı liraya çalışıyorduk”. Bu cümle üzerine Marksist terminolojiyle uzun uzun tahliller yapmanın gereği yok, cümle bize kapitalist sistemde insanın ‘insan olarak’ değerini net bir şekilde anlatıyor. Belki bazılarımız beş-altı liradan biraz daha fazlasıyızdır ama bu değerlendirilme biçimimize ölçüt olan şeyi değiştirmiyor.

Pekala, bizlere düşen hisse nedir bu belgeselden? Ergül’ün Gazete Hayır’a verdiği röportajında “Kumun Gecesi tanım olarak şuna karşılık geliyor: Ölmeden önceki gece veya bir anda gözün kör olma hali. Hepimizde var olan bir görmeme, kör olma halinden ya da kör olmayı tercih etme halinden bahsediyoruz. Bu belgesel, bu halden çıkmanın arayışı… Bundan sonraki etkinliklerimizde ve gösterimlerimizde de temel motivasyonumuz bu kör olma halinden çıkmak olacak diye düşünüyorum.” sözleriyle ifade ettiği meramı şöyle açalım; tüm örgütlü aygıtlarıyla yalnızca karşımıza değil, her yanımıza dikilen ve ‘kafamızı başka yöne çevirmenin’ konforuna bizi iten bu sömürü sistemiyle örgütlü şekilde mücadele etmektir bize düşen hisse. Sistemin gücünü, konfor alanlarımızın ‘nedeni’ olsun diye şişirerek sinizme sığınmak, mücadelenin öznesinin kapitalizmin yapısal unsurları dolayısıyla işçi sınıfı olduğunu bilerek görmezden gelerek mücadeleyi üst-yapısal unsurlara kitlemek ya da romantik bir anti-kapitalist ahlakçılık ile tatmin olmak değil; bedenlerimize, emeğimize ve birbirimize karşı kurulan yabancılaşmaları aşan, iradeyi ortaya çıkaran ve kuran ve -her birimizi farklı silahlar ama aynı ellerle yavaş yavaş veya birden bire öldüren bu örgütlü sisteme- karşı toplayan, yoğuran, devinen bir örgütlülüktür bahsettiğimiz.