Marksizm Eleştirisinin Eleştirisi – 3

Eleştiri: Marksizm güçlü bir devlet fikrine dayanır. Parti ve devlet diktatörlüğü Marksizm için olmazsa olmazdır.

Marx, toplumun devletten değil devletin toplumdaki sınıf ve mülkiyet ilişkilerinden çıktığını, ama sınıf ilişkileri ve egemen ideolojiler açısından bunun tam tersi bir anlayışın hâkim olduğunu söyler. Dolayısıyla Marksizm, varolan devletin yerine başka bir devletin ikame edilmesi gibi bir amacı içermediği gibi onun nihai amacı, varlığı mülkiyet ilişkilerine ve sınıf çelişkisi üzerine tesis edilen devletin özel mülkiyetin ve sınıfların ortadan kaldırılması ile birlikte tasfiye edilmesidir. Zira varlık nedeni ortadan kalkan bir şey zorunlu olarak varlığını yitirir. Sınıfların ve özel mülkiyetin ortadan kalkması ile devletin de ortadan kalkacağı tezi, bir ütopyaya ya da iradeye değil tarihsel dayanaklara sahiptir. Devletin varlığı da dönüşümü de sınıf ilişkilerindeki tarihsel dönüşümle koşullu olarak belirlenmiştir: “Daha önceki egemen sınıflar bizatihi devlet olarak da işlev gören bir biçimde örgütlenmiş iken; modern toplumun egemen sınıfı olarak burjuvazi, devletin işlevlerini bizatihi üstlenmeyip, sadece yaşama fonksiyonunu temsilcileri vasıtasıyla yönlendirmeyi yeterli sayıp, yürütme-yargı işlevini bürokratik bir aygıta bırakır. Bu ‘yapı’, onun bizzat sahip olduğu en etkin/belirleyici -iktisadi- gücün nihai üstünlük ve önceliği içerdiği için yürütme ve yargı aygıtlarının uhdesindeki –fiziki, askeri, yargısal- gücü kendi yörüngesine tabi kılacağı tezinin bir sonucudur” (Marx). Öyleyse, nasıl ki sınıfları tarihsel dönüşümü içinde ele alıyorsak devleti de bu açıdan ele aldığımızda devrim mücadelesinin neden bir iktidar mücadelesi olması gerektiğini anlayabiliriz.

Marksizm’de parti ve proletarya diktatörlüğü fikri, sınıf ilişkilerinin nesnel çözümlemesine dayandığı gibi bu mücadelenin sınıfların, özel mülkiyetin ve devletin ortadan kaldırılması mücadelesi olduğu ve toplumsal özgürlüğün somut dayanaklarını da bu koşulun oluşturduğu unutulmamalıdır. Zira güç ilişkilerinin nereye doğru evrilebileceğini anlamak ve o yönde devrimci stratejiler geliştirmek, güç ilişkilerinin tarihsel kuruluşunu anlamakla mümkündür. Marx da iktidar mücadelesini ve proletarya diktatörlüğünü bir ütopya olarak değil, toplumsal gerçekliğin tarihsel mantığını oluşturan eğilimleri keşfederek geliştirir. Nihai olarak, devletin varlığını sınıfların varlığına bağlı olarak açıklayan ve tarihsel amacını sınıfların ortadan kaldırılması ve toplumsal özgürlüğün kuruluşu olarak belirleyen bir anlayışa içkin biçimde geliştirilen iktidar mücadelesinin, kalıcı ve güçlü bir devlet fikrine dayandırılması lafügüzaftır. Bu anlayışın özüne inildiğinde böylesi bir devlet fikriyle taban tabana çelişik olduğu kolaylıkla anlaşılır.

Marksizm için proletarya iktidarı mücadelesi, sınıfsız bir topluma geçiş açısından –ve kapitalizmin yapısı gereği- zorunlu bir uğraktır ve ancak bu süreç içinde bir anlamı vardır. “İnsanlık sınıfların kaldırılmasına yalnızca ezilen sınıfın diktatörlüğünde cisimleşen bir geçiş dönemiyle varabilir” (Lenin). Bu iddianın öznel bir gerekçe ile değil hem kapitalizmin hem de kapitalist devletin merkezi yapısı hasebiyle ileri sürüldüğü açıktır: “Sosyalistler, modern devleti ve onun kurumlarını, işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinde kullanmayı, aynı şekilde devleti kapitalizmden sosyalizme özel bir geçiş biçimi olarak kullanma gerekliliğini savunurlar. Böyle bir geçiş biçimi de bir devlettir; proletarya diktatörlüğüdür” (Lenin). Zira “toplumda tüm iktidarın yoğunlaştığı noktanın devlet olduğu gerçeğini göz ardı etmek saçmadır” (E. M. Wood). Bu açıdan Marksizm için iktidarın ele geçirilmesinin devletin kalıcılaştırılması ya da güçlendirilmesi ile hiçbir ilintisi olmadığı, iktidarın ele geçirilmesinin sınıfların ortadan kaldırılması ve toplumsal özgürlüğün tesisi için stratejik bir anlamının olduğu açıktır. Nasıl ki Marx için mesele, “emeği özgürleştirmek değil, onu kaldırmak” ise aynı şekilde Marksizm için nihai amaç, devleti güçlendirmek değil onu ve onun varlığını borçlu olduğu sınıfları ortadan kaldırmaktır.

Eleştiri: Çağdaş hareketler içinde bilhassa ekolojik hareketler, sınıf mücadelesine dayanan politik hareketlerin yetersizliğini ve geçersizliğini ortaya çıkaran güncel hareketlerdir.  Marksizm bu hareketlerin gerisinde kalmıştır.

Önemli ölçüde postmodern ve antikapitalist anlayışlara dayanan bu eleştirinin başat yönlerinden biri, Marksizm’in insan-merkezci olduğu ve bu nedenle de doğayı sınır tanımaksızın insanın hizmetine sunabileceği tezidir. Ne var ki Marx, doğayı kullanmamızın varoluşsal bir zorunluluk olsa da bizim onun değil, onun bizim “varoluşumuzun temeli” olduğunu sıkça vurgular. Öyle ki “Marx’ın kapitalist iktisadi eleştirisi, Doğa’yla ilgili endişeleriyle yakından bağlantılıdır” (Eagleton). Doğadaki bütün zenginliğin ve emeğin sonuna değin sömürülmesine neden olan kapitalizmin belki de en köklü eleştirisini ortaya koyan Marx’ın, insan ile doğanın ilişkisinde metabolik bir etkileşim gördüğü unutulmamalıdır. Doğada her şeyin alınıp satılabilir olduğu anlayışına dayanan kapitalizme karşı Marx, mülkiyet yerine zilyetlik kavramını, zorunlu çalışma yerine de özgürlüğü temellendirmeye girişmiştir. Bu girişimin esas nedeni, doğayla bozulan birliğimizi yeniden tesis etmek ve kapitalizmin aksine bu birliği olumlayacak etik, estetik, bilimsel ve teknolojik değerler üretebileceğimiz etkinlik tarzlarımızı geliştirmemizi sağlayacak bir toplumsal yaşam tarzını edimselleştirmektir.

Postmodern hareketlerin Marksizm’e dönük eleştirilerinin temelsizliğinin bir başka nedeni, Marx’ın ortaya koyduğu şekliyle ekonomi ile politika arasındaki ilişkinin doğru kavranamamasıdır. Bu eleştirilerden en yaygın olanları, Marksizm’in her şeyi ekonomik bir değerlendirmeye tabi tutarak ele alması ya da aksine her şeyi politikanın konusu yapması yönündeki temelsiz yorumlardır. Bu nedenle de “reel bir hareket olarak komünizm, Marx’ın toplumsal ilişkiler vurgusunun iki yaygın suistimaliyle karşı karşıya kalır hemen. Bu suistimallerin birincisi, bu vurgudan, ‘siyasal olanın ekonomik olanı da kapsayacak şekilde genişletilmesi’ni anlar. Bütün bir Keynesçi refah devleti ve sosyal demokrasi yanlıları deryası, toplumsal hareketler dahilindeki bazı eğilimler ve küresel adalet hareketleri, bu anlayışı kendi Marksist uğrağı ya da Marksizm’den aldığı ders addeder. Öteki suistimal, feministlerin ve postyapısalcıların daha radikal olan ‘her şey siyasaldır’ ilanıdır; burada da Marx’ın en önemli içgörüsünün –aile, piyasa, özel alan vb.’nin yanında- toplumsal ilişkilerin ve ekonominin de siyasal bir nitelik taşıdığının tespiti olduğu varsayılır” (Saroj Giri). Oysa ki Marx’ın tüm toplumsal çözümlemelerinin, “şimdiye kadarki tüm toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir” olgusundan hareketle tesis edildiği bilinir. Bu açıdan ekonomi ile politika arasındaki süreklilik açıktır. Ekonomi ile politika arasındaki diyalektik ilişki ve süreklilik doğru anlaşılmadığı sürece güncel toplumsal hareketlerin birçoğunun Marksizme dair taşıdığı önyargılar da aşılabilir değildir.

Marksizm cinsiyetçiliğin, ekolojik sorunların, göç olgusunun ve buna benzer sorunların pekâla farkındadır ve bu sorunları görmezden gelmez. Bilakis, mücadelenin çok boyutlu ve farklı toplumsal kesimleri kucaklayacak yönde geliştirilmesi gerektiğini vurgular.  Bununla birlikte toplumsal ölçekte yaşanan bir sorunun tanımlanması ve çözülmesinin ancak o toplumun üretim tarzının ne olduğunun ve yeniden üretimini nasıl gerçekleştiğinin anlaşılabilmesi ile mümkün olduğunu tarihsel bir olgu olarak kabul eder. Sözgelimi, nerede cinsiyet, kimlik ya da ırk gibi ayrımlardan bahsediyorsak oradaki toplumsal üretim tarzından hareketle bu olgunun nedenini anlayabiliriz. Sonuçtan değil, nedenden hareketle olguları açıklamak, Marksizm’in temel ilkelerinden biridir. Öyleyse bize cinsiyetçiliğin, ekolojik sorunların ya da ırkçılığın ortaya çıkmasına neden olan esas kaynağı yani bu sorunların tarihsel kökenlerini ve bu sorunların toplumsal üretim tarzı ve sınıf mücadeleleri ile doğrudan bağını ortaya koymadan bu sorunların köklü bir çözüme ulaşmayacağını gösteren Marksizm’dir. Bununla birlikte Marksizm, elinde kusursuz bir ilke ya da yöntem olduğu gibi bir iddiayı idealistçe bulur. Dolayısıyla da toplumsal ölçekte yaşanan sorunların çözümlerinde stratejik olarak her zaman birçok yöntemin ve taktiğin uygulanması ve geliştirilmesi için çabalar. Marksizm’in diyalektik özünü oluşturan da bu yaratıcı ve biteviye kendini aşma tutumudur.