Ulaş Bardakçı, 19 Şubat 1972’de bedeni Arnavutköy’e toprağa düştüğünde 25 yaşındaydı. Dönemindeki birçoğu gibi gençti.

Onlara dair bir hikaye anlatacaksak eğer; bütün bir varoluşunu devrim mücadelesine adamış, sıradan bir insanın proleter devrimciliğini, mücadele azmini, yoldaşlığını, hiçbir şahsi çıkar gözetmeksizin ezilenlerin davasına nasıl atıldığını anlatmamız gerekmektedir.

Ulaş’ı anlatacaksak eğer; bugünü anlatmamız ve bugünü yaşamamız gerekmektedir. Ulaş’ın geçtiği yolları arşınlamamız, direniş estetiğini ODTÜ’deki bir polis barikatının karşısında yaratanların arasında Ulaş’ın suretinin beliriverdiği “o an”a not düşmemiz gerekir.

Çünkü Ulaş burada, aramızdadır…
Çünkü biliriz ki; Ulaş gibidir, direnişin içinde özgürlüğün yoluna düşen herkes. Onun yüzünde gördüğümüz; bir bireyden ziyade somutlaşmış bir bilincin bugüne olan öfkesidir. Öfkenin yaratıcılıkla ve çabayla bütünleşmesidir.

Ulaş, geçmişe ait olduğu kadar bugüne ve geleceğe de aittir. Kanlı canlıdır, ezilenlerin mücadelesine nefer olmuş her bir bedende.
Bugünden geriye baktığımızda ‘‘onlar’’ın bizlere bıraktığı miras; mücadele edenlerin ve bu uğurda bedenleri toprağa düşenlerin hikayelerini yüceltip destanlaştırmak, ritüelleştirerek anmak değildir. Çünkü onlar, yaşadıkları dönemin mücadelesini bıraktılar.

İşte bu yüzden, Ulaş’ı ve yoldaşlarını anmak; teslimiyetin ve sinizmin kol gezdiği, tüccar edasıyla mücadele yerine kendi dükkanını büyütmeye çalıştığı, retoriğin devrimci teori olduğu, yoldaşının, Mahir’in ‘‘Satılmışlık’’ ve ‘‘Kahpelik’’ diye tanımladığı bugünün ilişkilerinde, proleter devrimciliği yeniden var edebilme mücadelesi ve çabasıdır. Bize düşen ise ezilenlerin güncel özlem ve arzularına cevap olacak devrimci pratikler gerçekleştirmek; her sokakta, her grevde, her direnişte mücadele edenlerin bayrağını devrime kadar taşıyabilme cesareti ve cürretini göstermektir.

Ulaş’a sözümüz var,
bu zalim günler günler geçecek
bu zalim günler geçecek
düşmanlar ağu içecek
bundan sonra yeryüzünde
çiçekler ulaş açacak