Kuramı Dürüstçe Kullanırsanız Kullanışlı Aptal Olmazsınız

Türkiye’nin devrimci ve sosyalist geleneği çok uzun süredir bir küçülme, bununla bağlantılı olarak çürüme ve toplumsal önemini yitirme süreci içinden geçiyor. Biz buna otolikidasyon diyoruz, zira bu sürecin dışsal nedenleri olsa da esas sorun içeridedir. Bu çok veçheli sorunun bir yönü de toplumsal hakikatle alakası olmayan, tarihsel ve güncel gelişmeler karşısında yanlışlanmış tespit ve öngörülerde bulunan kimselerin tespitleri doğruymuş gibi hiçbir özeleştiri ihtiyacı duymadan “sallamaya” devam etmeleridir. Bu tutum sadece kendi teorik dürüstlüklerini zedelememekte aynı zamanda Marksist kuramın kavramlarını her yola gelir, dolayısıyla anlamsız kategoriler haline getirmekte ve kuramı itibarsızlaştırmaktadır.

Bu noktada en yakın örnek Erdoğan’ın kazanmayacağı seçimi yaptırmayacağı, bir şekilde sandıktan kendi istediği sonucu çıkaracağı yönündeki tespittir. Kuşkusuz 23 Haziran ve 31 Mart bu tespitleri bütünüyle yalanlamıştır. Bu tespitin arkasında Türkiye’de çok ucuz kullanılan faşizm, açık faşizm gibi rejim tespitleri yatmaktadır. Bu tespit doğruysa tarihte faşizm altında en rahat siyaset yapılan ülkelerden biri herhalde Türkiye’dir. Bu da Türkiye işçi hareketi ve onun siyasi temsilcileri sıfırı tükettiğinden dolayı rejime herhangi bir tehdit üretmemesiyle bağlantılı olabilir. Şaka bir yana, üzücü olan, yanlışlanan bu tespitlerin dayandığı kavramların içerikleri iyice esnetilerek serbest vezin kullanılmaya devam edilmesidir. Özeleştiri yoktur ve entelektüel utanmazlık sınır tanımamaktadır.

Sert ifadeler kullanmamızın nedeni faşizm tespitindeki ısrarın nedeninin Türkiye solunun önemli bir kesiminin CHP’ye iltihak etme noktasındaki önüne geçilemez tutkusu olduğunu düşünmemizdir. Üstelik bunlar oldukça eskiye dayanan bu tavırlarını devrim ve sosyalizm iddialarını yanlarında taşıyarak yapmak niyetindedir. Aslına bakılırsa tüm dünyada da sosyalizmden uzaklaşma eğilimi bazen reformistleşme bazen sınıf vurgusunu bırakıp genel bir halkçılık ya da demokrasi mücadelesini benimseme biçiminde baskın hale gelmektedir. Bu akımların çoğu sınıf mücadelesi kuramının avadanlığını da bir kenara bırakmıştır. Bu yüzden oralarda kimse bu yeni eğilimleri esas sosyalizm budur diye pazarlamamaktadır. Bizim açımızdan buradaki birinci sorun, ülkemizde sınıf mücadelesi kavrayışını terk edenlerin hâlâ tarihsel materyalizm geleneği içindeymiş gibi konuşmalarıdır.

İkinci sorun ise bu tespitleri yapanların sınıf düşmanının siyasi temsilcilerini olduğundan kuvvetli göstererek, bilerek ya da bilmeden solla bağı olan toplum kesimlerinin mücadele azmini örselemesi, bulanıklaştırması ya da onları daha etkin korunak için daha büyük siyasi güce yani CHP ve HDP’ye yöneltmesidir. Tam da bu yüzden AKP’nin son üç yılında özellikle işçi hareketinde daha muhafazakâr kökenden gelenler atak davranıp hiç beklenmedik yerlerde hak arama mücadelelerine girişebilmişlerdir. Sol ise bunlara mesafeli kalmıştır. Kuşkusuz bu hak arama mücadeleleri eşitlik ve özgürlük ideali doğrultusunda değil muhafazakâr bir adalet kavramı etrafında oluştuğundan bunların politik ufku sınırlı, siyasi pragmatizmi yüksektir ama bu da o insanların değil bizlerin eksikliğidir.

Faşizm tespitlerini yakından ele alalım. 15 Temmuz sonrası Türkiye’nin devlet mimarisinde önemli bir yarık açıldığı bunun sermaye devletinin sürekliliği ve rıza üretimi açısından ağır bir sorun teşkil ettiği açıktır. Unutmamak gerekir ki tıpkı Moon tarikatı ya da Opus Dei gibi din temelli örgütlülükler küresel emperyalist merkez tarafından kullanılır, açık ki FETÖ de bu kapsamdadır. Dolayısıyla 15 Temmuz yerli siyaset erbabı arası bir çekişmenin çok ötesinde egemen sınıf içinde bir sorundur ve egemen sınıf konuya bu ciddiyetle yaklaşmıştır. Hepsi birlikte ve ayrı ayrı emperyalist merkezle çok yönlü bağlara sahip neoliberal küreselleşme döneminin egemen sınıfının fraksiyonları bu politik krizi iliklerine kadar hissetmiştir. Devlet mimarisindeki derin yarığın kökeni de buradadır. Nitekim bu ağır sorun ancak olağanüstü önlemler ve umulmadık birlikteliklerle aşılabilirdi.

Erdoğan hemen darbe girişimi ertesinde ifade ettiği üzere krizi fırsata çevirmeyi denemiş ve muhafazakâr seçmen üzerindeki rakipsiz karizmasını/inisiyatifini öne sürüp büyük ölçüde yıkılmış olan devlet mimarisinin kendi etrafında yeniden inşasını tek seçenek olarak öne sürmüştür. Bu öneriye kulak verip anayasa değişikliğine yeşil ışık yakılması yukarıda anlatılan derin yarılmanın yarattığı travmayla alakalıdır. Tam da Türkiye bir faşist rejim olmadığı için Erdoğan’ın sermayesi yani sandıktaki rakipsiz seçmen desteği onun için önemli bir artıydı ve bu avantaj önerisini somutlaştırmaya girişmesine olanak sağlamıştır. Sermaye devletine halktan rıza devşirecek başka seçenek olmadığı noktada da pek çoklarının ifade ettiği gibi bir saray rejimi ortaya çıkmıştır. Klasik siyaset bilimi literatüründe saray rejimleri her türden tek adam idaresinin en genel geçer adıdır.

Bu saray rejiminin kuşkusuz faşizan unsurları da vardı, tersi hem genel geçer (diktatör kural gereği tek adamdır) hem de Türkiye’ye özgü nedenlerle mümkün değildir. Azınlıkların Anadolu’dan sürülmesi, mallarına el konulması, Kürtlerin bastırılması, Alevilerin ıslah edilmesi ve komünistlerin bertaraf edilmesi gibi ulaşılması kolay olmayan hedeflere ulaşmak durumunda olan Türkiye Cumhuriyeti faşizan unsurları hep taşıyıp, özellikle kriz anlarında bunları öne çıkartmıştır. Örneğin 28 Şubat da faşizandı. Dolayısıyla Reis/Führer etrafında inşa edilmeye çalışılan saray rejiminin faşizan unsurları var demek orijinal bir tespit değildir.

Biz de bir siyasal hakikati vurgulamak için saray rejiminin faşizan unsurları olduğunu ifade ettik. Fakat her zaman İslami faşizm, açık faşizm ve benzeri tespitlere mesafeli durduk. Zira Erdoğan ve etrafı, İslamcılığı giderek mafyanın Katolikliği kullandığı gibi ve o sınırda kullanmaya yatkın bir hale gelmekteydi. Bunda da şaşılacak bir şey yoktur, zira Kemal Derviş’in bıraktığı yerden ve o doğrultuda ekonomiyi yöneten bütün zenginliğini küresel kapitalizmle tam ve kesintisiz bir bağlantıyla sağlayan bir hareketti AKP. Sırf liderlerini de kastetmiyoruz, 90’lardan itibaren dünyanın içine girdiği neoliberal küreselleşmenin alametifarikası üretim ve tüketimin küresel ölçekte emperyalist merkezler tarafından planlanmasıdır. “Anadolu’da Küresel Fabrika” da bu bağlamda yaratılmıştır. Küçük Anadolu kasabaları küresel meta zincirlerinin parçası haline gelmiştir. Halkımız daha da proleterleşmiş ve büyük oranda kendine özgü biçimlerle de (örneğin Türkçe Rap müzik) kentlileşmiştir. Dolayısıyla bu dönüşümün kaymağını yiyen muhafazakâr Anadolu sermayesinin artık Erbakan Hocanın öğretilerine ilgi duyması mümkün değildi.

Bu canlı tüketim toplumunu ve farklılaşmış sermaye sınıfı fraksiyonlarını, hele de iktisadi durgunluk koşullarında, plebisiter yöntemle yönetmek de mümkün değildir. Bunu ancak savaş bir oranda sağlayabilir, bu yöntem Kürt meselesi ve özellikle Suriye örneğiyle denenmiştir ve bugün görüldüğü üzere inceldiği yerden spektaküler bir biçimde kopmuştur. Öcalan mektubunun istismarı, Demirtaş’ın muazzam etkisi ve ne Kürdün ne de Türkün sevmediği Osman Öcalan’ın televizyon şovu zorlama savaş koşullarının bittiği noktadır.

Ülkenin geçirdiği dönüşüme nezaret etmek AKP’de arızi sonuçlar da üretti ve Erdoğan partideki tüm ağır isimleri tasfiye etmek durumunda kaldı. Reis’in tam da eski siyasal davasıyla arasına mesafe koyması ve partisini tamamen kendi politik aygıtına dönüştürmesinin önemli sonuçları oldu. Bu durum bir yandan tepede beklenmedik ittifaklara girmesini kolaylaştırırken öte yandan temelde örgütünün belli siyasi hedefleri elde etmeye dönük bir çalışma yürütme kapasitesini de aşındırdı. Bunun sonuçlarını, mahalli idareler seçiminde doksanların “efsane” Refah Partisi kadrolarının halkla bütünleşmesine bin ışık yılı uzaktaki kampanyasında açıkça gördük.

Kavranması gereken temel mesele şudur: 15 Temmuz’da açığa çıkan Türkiye’deki sermaye devletinin sorunu, cumhuriyetin tarihsel serüveninin onu getirdiği yer, bir demokrasi ya da diktatörlük, bir faşizm ya da özgürlük sorunu değildir. Sermaye devleti için rıza üretebilecek bir siyasal rejimin inşası sorunudur ve bu sorun kapitalist üretim biçiminin küresel çevrimsel krizlerinin biriyle çakışmıştır. Erdoğan’ın buna bir çözüm önerisi vardır, fakat tek düzen içi çözüm önerisi ona ait değildir, kapitalistleşmeyi neoliberal küreselleşme döneminde iliklerine kadar yaşayan bir ülkede tersi de mümkün değildir. Referandumdan mahalli idareler seçimine giden süreçte düzenin diğer çözüm alternatifleri de siyasal olarak inşa edilmektedir. Bunlar içinde bugün en mütekâmil olanı Millet İttifakı ve onun poster çocuğu İmamoğlu’dur.

Tam da sermaye devleti için esas sorunun ne olduğunun kavranamaması, emperyalizmin Türkiye’de içsel olgu olmasının ne anlama geldiğinin anlaşılamaması dolayısıyla neoliberal küreselleşme döneminde Türkiye sermaye sınıfının emperyalist merkezle geliştirdiği çok boyutlu ilişkilerinin ısrarla göz ardı edilmesi, ortada sermaye sınıfının siyasi bir kapasiteye sahip olmadığı bir sömürge ülkesi varmış gibi tahliller yapılmasına yol açmaktadır. Kontrgerilla kavramı bu bağlamda sermaye devletini mistifiye etmek için olur olmaz kullanılmaktadır. Yarım akıllı Amerikalıların Beyaz Sarayı uzaylıların kontrol ettiğine dair ürettikleri komplo teorileri gibi her şekle girebilen (bkz. Siyah Giyen Adamlar), her şeye kadir kontrgerilla analizleri açıklayıcı değildir. Kontrgerilla, ülkenin kurucu unsuru olan ve yerli sermayenin de rıza devşirmek için arkasına saklandığı Kemalist askeriyenin, ellilerden itibaren Türkiye’nin NATO üyeliğiyle adım adım siyaseten dönüştürülmesiyle (Talat Aydemir darbe girişimlerini takip eden tasfiyeler, 9 Mart bozgunu vs.) oluşmuş ve emperyalist merkezle ilintili devlet mimarisinde bir sert çekirdektir. Bunda görev alan unsurlar, çok boyutlu küresel ilişkileri olan egemen sınıfla bağlantıları koptuğu ölçüde gerçek gücünü kaybeder.

Kontrgerilla gizemli bir kabal değildir; emperyalist sistemin yereli, yereldeki sokağı, fabrikayı, üniversiteyi kontrol için kullandığı bir güvenlik mekanizmasıdır. Bu mekanizmadan koptukları ölçüde burada bir dönem görevli unsurlar ancak gulyabani hikâyesi olurlar. Ölü Süleyman Peygamberin asasına dayanarak ayakta kalması ve cinlere hükmetmesi gibi bir süre daha etkin gözükebilirler ama gerçek bir güç testinde artık bir ceset oldukları ortaya çıkar. İnsanları Saray, Soylu (arkasındaki kontrgerilla döküntüleri) yönlendirmesiyle AKP’li kitleler sokağa dökülecek, sandıkları basacak diye korkutanların, gerçeği 23 Haziran gecesinin kendilerinin de büyük coşkuyla dahil olduğu halk eğlencelerinde görmüş olması gerekir. Ortada faşizm olsaydı o kutlamalar yapılamazdı. Bir ek olarak, Tekfirci terörizmin Ortadoğu halklarını ayrıştırabildiği ölçüde ölü Süleyman gibi değil gerçek bir kontrgerilla aracı olarak etkili olacağını zira onun emperyalist merkez için hâlâ işlevsel olduğunu belirtip bu kısmı geçelim.

Baştan beri faşizm tahlilinin eski birleşik cephe ezberini devreye sokup CHP ile ilintilenmenin meşruiyetinin sağlanması için kullanıldığını söylüyoruz. Erdoğan üzerinden yapıldığında ve mahalli idareler seçimindeki patetik kampanya öncesinde bu kuramsal olarak tartışılmaya değer bir konu olabilirdi. Ama o zaman bile bu tahliller zararlı oldu. FETÖ’nün ülkeyi 15 Temmuz’a götürürken yaşananlarla OHAL sonrası süreci karşılaştırırsak, iktidarın bu iki dönemdeki siyasal kapasitesini karşılaştırırsak, anlatılan gulyabani hikâyelerinin toplumsal muhalefeti paralize ettiği ve gerçeği ancak Süleyman devrildiğinde idrak edebilmesine neden olduğunu açıkça görürüz. O noktada da sokakta “Hak Hukuk Adalet” diye eski bir ülkücü sloganla coşan eski Gezi demografisi vardı ve sol ancak bunun kuyrukçusu olabildi. Bu durum özeleştirisi verilmeyen hatalı siyasal analizlerin bir sonucudur.

Buna rağmen gulyabani hikâyeleri anlatmakta ısrar edenler var. Ergenekon kumpasında yargılananlardan Perinçek takımı hariç herkes Millet İttifakı tarafındayken, tarihsel MHP kadrolarından Yılma Durak, Müsavat Dervişoğlu gibi isimler, bunların entelektüellerinden (Muzaffer Özdağ’ın oğlu) Ümit Özdağ, Yusuf Halaçoğlu gibileri bu saftayken bunu yapıyorlar. Millet İttifakı’nın sermaye devleti için işlevini düzen muhalefeti diye geçiştirerek küçümsemeye çalışıyorlar. CHP ile solun neredeyse tüm ideolojik-politik mesafelerini kapatmayı göze alanlar, aşkları ile aralarına giren İYİ Parti gerçeğini görmezden gelmeye çalışıyorlar. 24 Haziran sonrası CHP ile İYİ Partinin arasına başarısızlığın getirdiği kara kedi girdiğinde bıyık altından gülüyorlardı. Sermaye devleti bu alternatifi tekrar cari hale getirdiğinde ne kadar üzülmüşlerdir ve üstelik başarı en iyi tutkaldır.

Sermaye düzeni rıza devşirme sorunu için Cumhur İttifakı önerisinin karşısına başka siyasi öneriler de çıkarır. Eski Ülkü Ocağı başkanlarının çoğu İYİ ve Balgat arasında hâlâ tarafsızdır, Şefkat Çetin bile hala Balgat’ta görünse de şimdilik geri plandadır. Çünkü usanmadan tekrar söyleyelim ki mesele, başından beri faşizm ya da demokrasi değil sermaye devletinin tam da sermaye birikim rejimi krize girmişken rıza devşirme sorunudur. Ve farklı gelecek olasılıkları için İsviçre çakısı gibi işlevsellikler taşıyan, çoklu, farklı misyonlar üstlendirmek üzere muhalefet seçenekleri hazırlama işinde egemen sınıflar mahirdir.

Millet İttifakı yokmuş gibi yapan bu CHPcilik, rıza devşirme sorununun çözümünde kullanışlı aptal olmak anlamına gelecektir. Demokrasi, diktatörlük gibi kavramları kullanırız ama bunların yönetim biçimlerini adlandırdığını biliriz, bunlara normatif değerler atfetmek liberal kuramın özelliğidir. “Halkın iktidarı kendi güçlü kollarıyla kurulur”, “Üreten biziz yöneten de biz olacağız”, “Fabrikalar, tarlalar, siyasi iktidar her şey emeğin olacak” gibi sloganların tedavülden kalktığı ya da ara sıra gelenek ayinlerine dönüşen toplantılarda gençliğe ayar vermek, kutlu geçmişi yâd etmek için kullanıldığı ortadadır. Oysa bu sloganlar devrimci ve sosyalist solun esas olarak emekçi sınıfların rızasını kendi kendini yönetme süreçlerine, dinamiklerine seslenme ve cesaretlendirme pratikleri açısından güncel ve devrimci anlamlarla yüklenebilir. Burada mesele, egemen sınıfların rıza üretimi sorununu emekçi sınıflar lehine bir iktidar olasılığına, momentine politik-örgütsel olarak taşımayı göze almaktır. Biz böylesi bir devrimcilik güzergâhının yaratılmasının orta vadede kritik önemde olduğunu düşünüyoruz ve böylesi bir inşanın siyasal görevlerine odaklanıyoruz.

Şunu özellikle belirtelim; mahalli idareler seçiminde tarafsız kalarak kimlikçi bir komünizm siyaseti güdenlerin yaptığına benzer bir yönelimde değiliz. Onlar CHPcilikle aynı kültürel solculuğun sadece bir başka versiyonu, öteki yüzüdür (zaten Haziran işlerine de birlikte girmişlerdir). Allah herkese çarşısına göre Pazar versin, kimsenin dalgasına taş atmak istemeyiz. Kimlikçilik de yapılabilir, CHP’ye iltihak da edilebilir ama Marksist-Leninist siyaset kuramının kavramlarının bu amaçla iğdiş edilmesine bir zahmet son verin.

*Bu yazı Komite Dergisi’nin 14. sayısında yayınlanacaktır.