İktidara Kamp Kurmaya Gidiyoruz

Üniversitelere ve üniversitelilere yönelen saldırılar ve bunlar karşısında gelişen pratikler gündemden düşmüyor. Bu pratikler kurucu bir siyaset önermekten uzak olsa da herkesin kendi meşrebince kuramsallaştırdığı, kendini de içeren ve kendinden büyük bir siyasi tespitin parçası haline getirdiği farklı yaklaşımlarla kavranmaya ve anlatılmaya çalışılıyor. Bu yaklaşımlar, güçlü ve etkili bir üniversite gündemi oluşana dek önceki tespitleri doğrulama çabasının bir parçası olarak yürütülen siyasal tartışmaların örneklerine dönüşüyor. Olduğu kadar artık! Biz bunu bir de tersten deneyelim. Son bir yılda üniversitelerde yaşadığımız saldırılara ve bu saldırılara karşı geliştirdiğimiz pratiklere bakarak konumumuzu ve ihtiyaçları tespit etmeye çalışalım.

Üniversiteye yönelen saldırılar çoğunlukla iki başlıkta kesişir. İlki, bir mekân olarak üniversitenin kendisine ve üniversitelilerin yaşam koşullarına yönelen neoliberal yönü ağırlıklı saldırılar. “Ekonomik kalkınma”nın bir parçası olarak her kente kurulan üniversiteler, yine bu kâr ve rant düzeninin bir parçası olarak vakti gelince de parçalanıyor. Değerli arazilerde bulunan üniversiteler yerine lüks oteller, deniz gören yemekhaneler yerine seyirlik kafeler, kent merkezinde bulunan kampüsler yerine alışveriş merkezleri planlanıyor. Yetmez, piyasa koşullarına endeksli şekilde sürekli pahalılaşan notlar, ulaşım, yurt ve yemek ücretleri, kiralar, torpil ağına çevrilen ve hiçbiri ihtiyaç gibi somut kriterlere dayanmayan koşullu bir azınlığa verilen burslar… Bu hâl içinde ya yarı veya tam zamanlı çalışmak zorunda bırakılarak ya da staj, sertifika, deneyim diye süslenerek ucuz işgücüne çevrilen üniversite öğrencilerinin geleceksizlik karşısındaki isyanı “öğrenci hayatı işte” denilerek sevimlileştirilemeyecek denli gerçek.

İkincisi ise Siyasal İslamcı, milliyetçi, ulusalcı, cinsiyetçi vb. argümanlarla bir bütün olarak akademiye yönelen ideolojik yönü ağır basan saldırılar. Gezi Ayaklanması’ndan bu yana egemen siyaset tarafından “vatanseverler” ve “vatan hainleri” karşıtlığına dayanan bir siyaset üretilmeye devam ediyor. 7 Haziran’dan sonra yaygınlaştırılan ve 15 Temmuz darbe girişimine dayanarak da iyice belirginleştirilen, hemen her kritik dönemeçte karşıtlığı çarpık biçimde açıklamak için ortaya atılan bu kodlamalara öğrenci gençliğinin ikna olduğunu söylemekse mümkün değil. Egemen sınıfın iktidarını sürdürmeye yönelik bütün karşıtlıkları tanımlamak için kullanılan bu söylem; “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” bildirisini imzalayan Barış Akademisyenleri’ni ihraç etti, egemen kültürde açılan bütün gedikleri kapatmak için kullanıldı, makul-makbul yurttaşın bir yansıması olarak, makul-makbul öğrenciyi oluşturmak için palazlandırıldı. Yine de gençliğin, şimdilik devrimci bir çıkış halini almasa da teslim de alınamadığı, solun da öğrenciler gözünde meşruiyetini kaybetmediği ancak düzen dışı olabilecek eğilimleri düzen karşıtı gerçek bir harekete de dönüştüremediği aşikâr. Örneğin geçtiğimiz yaz, Beyazıt’ta bir kez daha binler olarak Eczacılık Fakültesi’nin yanından geçerek meydana ulaştığımız güzergâha doluştuk. Günlerce yaptığımız bu eylemlere şimdi dönüp “Üniversiteme Dokunma eylemleri” diyoruz. Fakültelerde uzun zamandır adından başka hiçbir şeyinin kalmadığı forum mekanizması bütün eksikliğine rağmen işlemeye başladı. Sloganlar, pankartlar, yürüyüşler bir kez daha Beyazıt’ta kitleyle buluştu ve provokasyon girişimlerine, ideolojik saldırılara, engellemelere rağmen bütün sola öğrencilerin gözünde meşru olanın kendisi olduğunu bir kez daha hatırlattı. Unutulduğundan değil de, hatırlamak iyidir. Solun neyi unuttuğuna dair ise başka bir tespiti yapmakta fayda var: Kitlesellik!

Uzun zamandır kitleyle iş yapmanın ne demek olduğunu unutarak, hatta “kitle” kelimesinden uzak durarak faaliyet yürüten sol, bir anda binlerce öğrenciyi görünce, içeride, yani bu karşı çıkış sürecinde kendisine güvenli bir “örgütler alanı” yaratmanın peşine düştü. Bu kendinden parlak, güvenli örgütler alanını yaratmak için fakültelerin forumlarını ve temsil mekanizmalarını gençlik örgütlerinin ilişkileri üzerinden biçimlendirmek gerekiyordu, nitekim öyle yapıldı. Buna karşı çıkmanın, yani bütün temsil mekanizmaları zaten elinden alınmış, fakültesine yönelen saldırıya büyük siyasi tespitlerin dışından ve ötesinden karşı çıkışları da içeren bir tavır almış bu binlerce öğrencinin yaratmadığı ve gerçekten katılmadığı hiçbir mekanizmanın süreci aşan kurucu bir işleve sahip olamayacağını söylemenin çeşitli hakaretlerle karşılandığı bir süreçti. Açıkça ifade edelim, bizim çizgimiz hâlâ budur. Gençliği kavramanın, kapsamanın, onun politik özgürlüklerini ve araçlarını da geliştirerek bugünün devrimci gençlik hareketini yaratmanın peşindeyiz.

Bir örnek daha; Özyeğin Üniversitesi’nde yıllardır farklı biçimlerde oluşan direniş pratiklerinin bugün bir çeşit birikimle üniversitede yeni bir yolun başında olduğunu görüyoruz. Üniversite yönetiminin yurt fiyatlarını açıklamasından sonra, fahiş fiyatlara karşı oluşan tepki önce bir iletişim ağına, sonra bir foruma ve en nihayetinde dayanışma pratikleriyle belirginleşen bir karşı çıkışa dönüştü. Sosyal medya yoluyla öğrencilerin neye karşı çıktığı duyuruldu ve üniversite dışı toplumsal kesimler (örneğin mahallelerdeki ilişkiler) dayanışmaya çağrıldı. Forum sürecinden sonra öğrencilerin tümüne yaygınlaştırılan bir talep listesiyle yurt, yemekhane ve ulaşım komiteleri kuruldu. Bütün süreçleri şeffaf, açık, disiplinli biçimde yürütmek üzere de bir Özyeğin Komitesi oluşturuldu. Dayanışma sofrası ve otostop uygulamasının kurumsal biçimde öğrenciler tarafından yaygınlaştırılması gibi daha önce Özyeğin Üniversitesi’nde katıldığı bir eylem sebebiyle bursu kesilen öğrencinin okul ücretinin öğrenciler tarafından toplanması gibi örnekleriyle de tanık olduğumuz dayanışma temelinde eylemlilikler geliştirildi. Komiteler, yönetimin açtığı ihalelerin gözlemlenebilmesi gibi kazanımlar ve Öğrenci Birliği’nin (veya temsilciliği) eksikliğini doldurabilecek bir kurumsallığın kulüpler üzerinden inşa edilmesi gibi önümüzdeki dönemde kurucu nitelik taşıyabilecek faaliyet alanları da elde etti. Bütün süreç boyunca kurulan ve işletilen mekanizmaların tüm öğrencilerin katılımına açık, demokratik biçimde oluşturulduğunu, daha önemlisi temsiliyetin de yine her öğrenciye açık biçimde geliştirildiğini görmek üniversite hareketinin örgütsel mekanizması açısından öğretici nitelikler taşıyor.

ODTÜ’de de “KYK yurdu değil, ODTÜ yurdu istiyoruz!” ile “Kavaklık’ta doğa talanına geçit yok!” arasında kurulan direniş hem taleplerin muhtevası hem de eylemlerin biçimi ama en çok da yarattığı etki bakımından incelenmeli. ODTÜ’ye yapılması planlanan KYK yurdunun ODTÜ’nün devrimci-demokrat kültürüne yönelik bir saldırı olduğu, böylece okula Siyasal İslamcı grupların sokulacağına yönelik itiraz ile Kavaklık’ta inşa edilecek yurdun doğal ortama zarar vereceğine yönelik itiraz ve en genel düzlemde ODTÜ öğrencisinin ihtiyacından doğan yurt talebi birbiriyle çelişkili biçimde de olsa bir direniş doğurdu. Kavaklık Direnişi, ODTÜ’de yakın dönemde “ODTÜ Ayakta” eylemlerinden beri biriken tepki, son düzlükte de LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’ne yönelik polis saldırısı, Rektörlük tarafından şenliklerin iptal edilmesi, öğrencilerin kampüs içinde gözaltına alınması süreçlerinin sonucu olarak görülmeli. Toplumsal hafızayı küçümsememek gerekiyor: Rektörlüğün, polisin, AKP’nin tam varlığıyla görünür olduğu bir inşaata karşı öğrencilerin dayanışma temelinde, Gezi’den bu yana belirginleşen bir çeşit işgal eylemi olarak çadır kurması, süreçlerin birbiriyle bağlantısını okumak ve saldırılara karşı gençliğin geliştirdiği direnişlerin biçimini ve süreğenliğini anlamak açısından önemli.

Sermayenin ve onun siyasal iktidarının neoliberal ve ideolojik saldırılarına karşı üniversitelerde öğrenci gençlik direniyor. Bu direnişleri birleştirerek, toplumsal bağlarını derinleştirerek, kurucu bir gençlik hareketine dönüştürmek içinse temsiliyetini yitirmiş ancak meşruiyetini koruyan solun demokratik katılım mekanizmasını öncelikle karar alma mekanizmalarını samimiyetle kurması ve işletmesi, ancak bununla yetinmeyip temsiliyeti de özneleşme sürecinin bir parçası olarak yaygınlaştıran bir yaklaşımla, kitlesel, direnişçi bir çizgi oluşturması gerekiyor. Bu çizginin oluşturulması için temsil mekanizma ve araçlarından yoksunlaştırılmış gençliğin (başta sosyal medya gibi) kendi araçlarını üretmesi, bu araçlar yoluyla en geniş toplumsal kesimlerle buluşması, toplumla kurucu bağlar inşa ederek “alan” mücadelesini aşan, devrimci bir gençlik hareketine dönüşecek ufku amaçlaması gerekiyor. Biz dün nasıl “Üniversitemizi savunalım!” diyerek bunun devrimci bir çıkışın nüvelerine işaret ettiğini ifade ettiysek, bugün de daha büyük bir coşkuyla öğrenci gençliğin direniş çizgisini, yalnızca bilindik tarihi odaklarda değil vakıf üniversitelerinde, yüksek okullarda, staj yerlerinde, yaşam alanlarımızda da oluşturmayı kendimize görev biliyoruz. Öyleyse her an hazır olalım! Şarjları dolduralım, bağcıkları sıkalım, çadırları sırtlanalım, hoparlörleri bağlayalım, kalemleri sivriltelim… İktidara kamp kurmaya gidiyoruz!

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Ağustos 2019 tarihli 14. sayısında yayınlanmıştır.