Kapitalizmin Krizi ve Faiz İndirimleri

Temelde düşen kâr oranları nedeniyle küresel ekonomik krizlere neden olan kapitalizmin, 1973 petrol kriziyle tıkanması sonucu batı ekonomileri kâr oranlarını yükseltme arayışlarına gitmiştir. Bu soruna getirdikleri teorik çözüm ise maliye politikalarının (devletin) küçültülmesi ve sermaye hareketlerinin tüm dünya ülkelerinde serbest bırakılması şeklinde olmuştur. Bu doğrultuda 80’lerde başlayan ve 90’larda hız kazanan küreselleşme hareketi neredeyse tüm dünya ekonomilerinde finansallaşmanın hâkim olmasına neden olmuştur. Bu tarihe kadar hâkim olan reel ekonomi, finansal kârın hızlı artışı nedeniyle kapitalizmin işleyişine uygun olarak geri planda kalmıştır. Bu aynı zamanda batı ekonomilerindeki görece verimsiz üretimin (batıdaki yüksek işçi ücretleri ve çevre maliyetleri gibi nedenlerle) azgelişmiş ekonomilere kaymasına yol açmıştır. Bu finansal kâr oranları ve üretimin coğrafi değişimi sonucu hızlı büyüme oranları yakalayan azgelişmiş ekonomiler özellikle 90’lı yıllarda küreselleşmenin dünyanın tüm sorunlarına cevap olacağı ve yoksulluğu bitireceği gibi iyimser beklentiler yaratmıştır. Ancak sermaye hareketlerinin yaygın yolsuzluk uygulamalarıyla birleşmesi 90’lardan başlayarak yaşanan ekonomik krizlerin derinleşmesine yol açmıştır. Böylelikle 90’ların sonu ve 2000’lerin başında küreselleşme ve vaatleri, kapitalizm karşıtı çevrenin dışına çıkarak batı ekonomilerindeki anaakım ekonomist ve uzmanlar tarafından da sert eleştirilere uğramıştır.

2000’lerin başında halen küreselleşmeye iyimser bakan çevreler ise aynı dönem ABD’de başlayan ve 2008 krizinin ipuçlarını taşıyan, internet balonu (dot-com) krizinin nedenlerini sadece yolsuzluğa bağlayarak hafife almışlardır. Dünya ekonomisindeki en büyük durgunluğa neden olan 2008 mortgage krizi bu arka planla düşünüldüğünde bağıra bağıra geliyorum demesine karşın, yarattığı görece kâr artışı hegemonik ekonomilerin kulaklarını tıkamasını sağlamıştır.

2008 krizi sonrasında batı ekonomilerinin istedikleri toparlanmayı bir türlü yakalayamamasına karşın Çin ekonomisinde yaşanan istikrar ve çift haneli büyüme rakamları artık küreselleşmeyi açıktan sorgulanır hale getirmiştir. ABD başkanı Trump’ın uluslararası serbest ticaret anlaşmalarına çomak sokmaya başlamasıyla gördüğümüz ve artık açıkça ilan ettiği “küreselleşme ideolojisini reddediyoruz” söyleminin ekonomik anlamı ne yazık ki Türkiye’de yeterince tartışılmamıştır. Serbest piyasa ekonomisinin tartışılması, liberalizmin kurtarıcılığına umut bağlamış kitleler için ideolojik bir körlük yaratırken, ABD başta olmak üzere batı ekonomilerinin finansallaşma ve sermaye hareketlerinin yarattığı kârı bırakmak istememeleri de bu konunun tartışılmasında kafa karışıklığı yaratmıştır. Buna rağmen açık bir şekilde 2008 sonrası giderek güçlendirilen ulus devlet uygulamalarıyla karşılaşmaya devam ediyoruz. Kabul edilmek istenmese bile Çin’in devlet kapitalizmi serbest piyasa kapitalizminin yerini almaya yakın gibi gözüküyor. Soğuk savaş dönemi Sovyetlerin kapitalizmde yarattığı düzeltmeyi bugün Çin’in yaratacağı da beklenebilir. Bu konudaki en büyük eksik aslında halen 2008 krizine teorik bir çözüm bulunamamış olmasıdır.

Ulusal devlet yapısının giderek hâkim olmasının ne anlama geleceğini ekonomi politikalarında görmeye başladık. Türkiye bu noktada 2008 sonrası krize tepki olarak, tutarlı bir teorik altyapı taşımadan maliye politikalarının kısıtlanması anlaşmasını çiğnemeye başladı. Partizan harcamalar ve inşaat-rant sarmalının ekonomik krizden ülkeyi kurtaracağına dair sağ çevrelerde hâlâ güçlü bir inanç var. Para politikası alanında ise örtük biçimde “enflasyon hedeflemesi”nin, açık biçimde ise MB bağımsızlığının terk edilmesi ve yönetiminin parti yakını isimlere devredilmesi yine aynı küreselleşme karşıtı tepkiye tekabül ediyor.

Bağımsız bir MB, yurtiçi siyasal iktidardan çok, küresel ekonomi politikalarını yani batı ekonomilerini takip eden bir MB anlayışını ifade eder. Bu noktada TCMB’nin kurmaya çalıştığı faiz politikasını daha iyi anlayabiliriz. Dünyadaki ekonomik durgunluk son dönemde ABD ve AB merkez bankalarını parasal genişleme sürecine girmesine yol açıyor. Batı merkezli bu faiz indirimi, TCMB’ye de faiz indirimi yapma noktasına taşıdı. Ekonomik durgunluk, enflasyon ve kur artışının rahatlaması açısından faiz indirimi önemli bir politikadır. Ancak tek başına reel ekonomideki durgunluğu aşmak için yeterli değildir. Sermaye hareketleri serbest olduğu sürece faiz indirimi, yabancı sermayenin yurtdışına çıkma riski ile kur ve enflasyon artışını beraberinde getirir. Küresel sermaye hareketlerinden bağımsızlaşamamış bir ekonomi ise ancak finansallaşmanın olumsuz sonuçlarına maruz kalacaktır. Yani Türkiye ekonomisi, küresel ekonominin çıkarlarından ayrılma cesareti gösteremeden, ekonomiye ulus devlet hâkimiyetini kazandırmak gibi nafile bir çaba harcayan diğer “yükselen piyasa ekonomileri”nin tipik bir örneğini oluşturmaya devam etmektedir.

Dünya ekonomisinin gidişatı için faiz indirimleri ve ABD-Çin ilişkilerine odaklanan piyasa çevrelerinin ise ekonomik sonuçları bugüne kadarki tüm krizlerden daha derin olacak bir olguyu görmezden gelmeleri kapitalist körlüğün en önemli örneğidir. Dünya ekonomisini tek başına sıkıştıran şey finansallaşma değildir. Önümüzdeki yıllar küresel ısınmanın 1,5 dereceyle sınırlandıramayacağımızı ve iklim krizinin dünya ekonomisini tümden değiştirecek sonuçlarını anlatan raporlarla doludur. Sermayenin doğa ve insan üzerindeki egemenliği sürdüğü sürece gelecek, özellikle azgelişmiş ekonomiler ve yoksul nüfus için daha zor olacaktır. Türkiye’nin bu sorundan bağımsız kalamayacağını düşünürsek, parasal genişlemeyle desteklenen doğayı tahrip etmeye odaklı rant politikaları getirdiğinden çok fazla şey götürecektir.

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Ağustos 2019 tarihli 14. sayısında yayınlanmıştır.