Ölüler Dirilerden Çalacak Ama Böyle Değil

Yönetmen Bong Joon-ho, Altın Palmiye ödülünü alan Parazit (Gisaengchung) adlı filmini, filmdeki parazit ailenin, ev sahibi ailenin yaşadığı evi satın alabilmesi için 540 yıl çalışması gerektiğine dair hesabıyla açıklıyor. Daha önce “The Host” ve “Okja” gibi filmleriyle isminden söz ettiren Koreli yönetmen bu kez “Parazit” filmiyle, sinemada “sınıfa” dair yeni bir tarz denemeye cüret ediyor. Neoliberal politikaların yol açtığı yoksulluğu ve derin adaletsizliği “burlesk” bir tarzla ele alarak işe başlayan film; bir ailenin -yeraltında yaşayanların- sınıf öfkesinin ve sınıf kibrinin metropol yaşamında adım adım izini sürüyor. Film ani mekan değişimleriyle, değişken ton ayarları ve komediyken bir anda gerilime dönüşen akışıyla sizi gerçekten ekrana kilitliyor.

Hikayeyle ilgili biraz daha detaya inecek olursak; şuan milyonlarca insanın yaşamaya mahkum edildiği böcekler içerisinde bırakın gökyüzünü görmeyi, yolda yürüyen insanların ayaklarını ancak gördüğünüz bir evde yaşayan çekirdek bir aile kayıt dışı biçimde emek gücünü satarak yaşamaya çalışmaktadır. Ailenin oğlu, üst-sınıf bir ailenin çocuğuna ingilizce dersi verme fırsatı yakaladığı anda bu fırsat çıkarlara uygun olarak değerlendirilir ve aile, söz konusu evdeki diğer işçilerin çeşitli ayak oyunlarıyla işten atılmasını sağlayarak zengin ailenin evine yerleşir.

Böylece burjuva ailemiz ve işçi ailemiz hiyerarşik ilişkiler içerisinde aynı evde yaşamaya başlar. Artık ailenin annesi evin aşçı ve temizlikçisi, ailenin babası evin şöförü ve kız kardeş ise şımarık küçük oğlan çocuğunun resim öğretmenidir. Hikayenin bu aşamasından sonra sınıf çatışması daha nettir ve sürekli farklı sembolizasyonlarla kaşınır. Küçük burjuva sıkılganlığı içinde debelenen zengin ev sahibesi, bu aileyle “insani” ilişkilerini sürdürürken aynı ailenin metrolara binen tüm diğer insanlar gibi farklı bir rutubet ve keder kokusu taşıdığını düşünmekten de çekinmez. Sınıf kibrinin yol açtığı bencillik yüzünden sonlarının geleceğini bilmeyen burjuva ailemiz ise işçi ailesinin dilinden düşüremediği bir dedikodu malzemesidir aynı zamanda. Bu zengin ailenin sırf paraları olduğu için kibar olduklarından şüphe duymayan yoksul ailemiz, bu aileye karşı daima tetiktedir ve ailenin sınıfsal konumlarının onlara sağladığı konfor alanı sayesinde korudukları biçimsel insaniyetlerine karşı daima mesafelidir. Üst sınıfların cemaat kültürünü andıran patronaj ilişkilerine ve dünyada ne olursa olsun “doğal” davranabilmelerine dair deneyimler, film boyunca mizahi bir dille aralara serpiştirilmiş durumda. Filmi asıl ürkütücü kılan sahneler ise ne kibirli ev sahipleriyle ne de bok içinde yüzen evlerin görüntüleriyle başlıyor. Söz konusu işçi ailemizin yıllardır bu evde çalışan ve bu yüzden üst sınıf kültürüne angaje olmuş hizmetçiyi evden kovdurması ve fakat hizmetçinin, yıllardır bu evin bodrumundaki bir hücrede beslediği kocasına bakmak için geri dönmesi filmdeki tansiyonu bir anda yükseltiyor. Tüm varlığını bir anda kaybetmiş olan bu eski çalışan, filmin başındaki steril ve zarif halinden eser kalmamış halde eve dönüyor ve bir anda içinde şiddet dolu anların da olduğu bir sınıf kavgası başlıyor. Şiddet sahneleri dışında sürekli olarak kişisel çıkar için bir ailenin diğer aileye sınıf kardeşliği vurgusu yaptığı karikatürize diyaloglara bu sahnelerde bolca yer verilmiş durumda. Filmde içinize serin bir su serpen sahne ise babanın, yaşayabilmek için emek güçlerini ne şekilde olursa olsun satmak zorunda olanların değil, tüm tarihi ve hakikati yaratanların sırtına binmiş olanların “parazit” olduğunu fark edemese de, sınf kibrinden kör olmuş ve tam da sınıfsal konumu yüzünden aklınızın alamayacağı bir bencillik içinde yüzen patronunu  öldürdüğü sahne.Bu, öfkesiz, cinnetsiz ve maddi hayatla hakikatin uyumu kadar sade bir sahne. Ne bir didaktizm ne de bir romantizm, sadece hayatını borçlu olduğu ailenin kokusundan rahatsız olan bir insanın, “kokan” insan tarafından öldürülüşü. Hem de öz kızı kanlar içinde yatarken, kokusundan rahatsız olunan hemen öncesinde savaştığı can düşmanıyken.

Fakat film ne yazık ki, Gazapizm’in ezilenlere coşku, ezenlere korku salan klibine göz kırpan bu sahne ile bitmiyor. Düz bir anti kapitalist vurgudan daha fazlasını izlediğinizi sandığınız film bir anda alalede bir liberal sinema filmine dönüşüyor. Cinayeti işleyen babamız, saklandığı yerden oğluna yazdığı mektupta cinayeti neden işlediğini bilmediğini ve çok üzgün olduğunu yazıyor. Alt sınıfları pozitivist hareket edemeyen bir kitle olarak gören Le Bon ekolü, yine sahnede. Hafif saf babamız film boyunca evlerini su basmasına sebep olan yağmuru “ortalık temizlendi” diye öven ev sahibesiyle, kokularından her bahsedildiğinde mahçup oluşuyla ve kendisinden daha çaresiz durumda olan bodrumdaki adamı gördüğünde kurduğu empatiyle bir bilinç elde edemedi ya da bu bir sınıf kini değildi. Öylesine öngörülemez, tam da sınıfına uygun düşecek şekilde akıl ve makullükten uzak bir hareketti, öyle mi? Mektuba gelen cevap ise 18. yüzyıl liberal felsefesini küçük çocuklara aşılamak için yazılan bir temsil tadında. Cevabında oğlumuz diyor ki “Merak etme baba, çok çalışacağım ve o evi satın alacağım. O zaman saklandığın yerden çıkabileceksin”. Tüm film boyunca insanları böcekler gibi ezen kapitalizmi en radikal biçimde betimleyen ve uzlaşmaz sınıf çıkarlarını vurgulayan kendisi değilmiş gibi yönetmenimizin yaptığına bakar mısınız? Filmin sonunda tahmin edeceğiniz gibi (aslında edemeyeceğiniz gibi) çocuk, çok zengin oluyor ve babasını saklandığı yerden kurtarıyor. Bakın liberal hukuk düzeninin üst sınıfların kalkanlarıyla olan ilişkisizliğiyle soslanmış harika bir Hollywood mutlu sonu. Ama bizim mutlu sonumuz tam olarak böyle değil. Bizimkinde ölüler, ölüme mahkum edilmişler, vücutlarına musallat olmuş diri parazitleri söküp atıyor. Bizimkinde bireysel refah alanları kişiyi kurtarmıyor çünkü dünyanın geri kalanı halen o refaha kavuşmuş değil. Bizimkinde ölüler dirilerden çalıyor, beraber ve çaldıklarını bir daha geri vermemek üzere…

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Aralık 2019 tarihli 16. sayısında yayınlanmıştır.