Yaşamın ve Değerlerin Sefaleti Olarak İntiharlar

Varolma çabası canlılar için özseldir ve bu çabanın dışsal etkenler tarafından engellenmesi ya da zayıflatılması kişiyi kendini yok etmeye değin götürebilir. Bu çaba, temel olarak yaşamın sürdürülmesine dönük ihtiyaçların karşılanması tarafından belirlense de insan açısından bundan ibaret değildir. Bu ihtiyaçların kimseye muhtaç olmadan ya da kimseye itaat etmeden karşılanmasının yanında varolma gücünü artıracak yönde farklı etkinlikler içinde bulunmak ve bu özsel çabayı güçlendirecek biçimde kendini yeniden üretmek, insan dünyasının zorunlu bir boyutudur. Ancak ilkini, yani zorunlu ihtiyaçlarını karşılayamayan, ikincisine zaten çok uzaktır. İşte bin yıllardır süren özgürlük mücadelesi, bu ikisi arasındaki çelişkinin toplumsal boyutunu ve bu ikisinin ancak toplumsal düzeyde ve birlik içinde karşılanmasıyla özgürlüğün mümkün olabileceğini gösterir.     

İnsanları iktidar almanın yollarının öncelikle bedenle ilgili olduğunu söyler Spinoza. Sınıflı toplumlarda da toplumun büyük bir kısmı sadece bedensel ihtiyaçlarını karşılayabilecek ve bütün çabasını bunun için sarf edecek koşullarda yaşamaya zorlanır. İnsanlar farklı biçimlerde de olsa bir ölüm-kalım savaşına mahkûm edilir ki bu koşulun kendisi sistemin yeniden üretiminin temel dayanaklarından biridir. Özsel olan varolma gücü farklı biçimlerde ve farklı yollarla zayıflatılırken buna direnme biçimleri de farklı biçim ve yollarla tezahür eder. Ne var ki ezenler, insanları sadece onları temel ihtiyaçları için çalışmaya mahkûm edecek koşulların yeniden üretimini gözeterek ya da sadece ekonomik değerlere el koyarak değil, tüm insani değerleri sömürerek ayakta durabilir. Kapitalizmde toplumsal ilişkiler toplumun büyük bir kısmını yalnızlık, çaresizlik, yozlaşma, çürümüşlük içinde yeniden ve yeniden üretecek şekilde tesis edilir. Bunu gerçekleştirmek için her türlü araç seferber edilir. Hukuk, bürokrasi, teknoloji, kültür, inanç, bilgi, eğitim ve gelenekler bu bozulmanın hizmetine koşulur. Toplumun büyük bir kısmının hayatı ölüm-kalım mücadelesine dönüştürülmeden sömürü ilişkilerinin sürekliliği sağlanamaz. Çocuk, kadın, yetişkin, engelli, yaşlı ya da genç olduğu fark etmeksizin toplumun büyük bir kısmının sömürüldüğü kapitalist üretim tarzının mantığı, budur. Bir yandan tüm insanlığın emeğinin birikimini elinde tutan azınlık ve onun elinde tuttuğu iktidar güçleri, diğer yanda bir ömür çalışmaya mahkûm edilmiş milyonlar, sefalet, yozlaşma, çürüme, güvensizlik… Böylesi toplumlarda bencillik ve rekabet bir erdemmişçesine benimsenir. Bunlar toplumun büyük kesimince insan doğasına aitmiş gibi savunulur ve aksini düşünen insanlar daha büyük yalnızlıkla sınanır. Öyleyse çelişkinin temel olarak üretim ilişkilerine dayansa da bundan ibaret olmadığı, sömürü ilişkilerinin yeniden üretiminin ekonomik ilişkiler dışında da tamamlayıcı boyutlarının olduğu açıktır.  

Marx’ın da söylediği gibi, sermaye biriktikçe sefalet de birikir. Sadece maddi sefalet değil, manevi sefalet de. Sömürü ilişkileri içinde insanlar sadece maddi sefalete değil haysiyetsizleşmeye, boyun eğmeye de zorlanır. Bir insanın başka bir insanın hükmü altında olması, eşiti tarafından yönetilmesi zaten yeterince onur kırıcıyken kapitalist üretim ilişkileri içinde bu baskı tüm toplumsal ilişkilerin yozlaşmasıyla birlikte gerçekleşir. Bireyin kendisiyle, ailesiyle, arkadaşlarıyla, politik ve diğer ilişkilerinde derin bir çürüme ve artan bir bencillik gün yüzüne çıkar. Zira ekonomik sefalet ile manevi sefaletin birlikte üretilmediği koşullarda ezenler için ilerlemek de mümkün olmayacaktır: “Burjuvazinin, bireyleri ve halkı kan ve pislik içinde süründürmeden, sefalet ve aşağılanma çektirmeden bir ilerleme gerçekleştirdiği hiç görülmüş müdür?” (Marx). Hangi türden olursa olsun insanın öz gücü yoluyla ortaya koyduğu değerin onun karşısında, ona hükmeden bir güce dönüşmesi sadece maddi bir ilişkiden ibaret görülemez. Zira sadece maddi bir çöküntü değil, manevi çöküntü içinde bir toplumu yeniden üretemeyen bir sömürü ağı ayakta duramaz. O yüzden son dönemlerde yaşanan intihar olaylarını -ki bunlar cinayet olarak da adlandırılabilir- değerlendirirken sorunu tek yönlü ele alan her yaklaşım indirgemeci olduğu kadar sorunun kökenlerine dair kısmi bir göndermeyi içerir. Sorunun ekonomik olanla sınırlı görülmesi ekonomik çözümün yeterli olacağı gibi bir yanılsamaya neden olur. Sorun kısmi olarak ele alındığı ölçüde ise çözüm de aynı yetersizlikten nasibini almış olur. Oysa olguya dair gerçekçi bir değerlendirme ve toplumsal çürümenin, sefaletin, yabancılaşmanın ve yalnızlaşmanın her türüne karşı koyabileceğimiz devrimci bir hat için sorunun farklı boyutlarının nasıl ortaya çıktığını gösterecek nesnel yaklaşımlara ve somut adımlara ihtiyacımız var.  

Bırakalım varolma gücünün artırılmasını, insanların yaşamlarını sürdürecek olanakların bile ellerinden alınması kuşkusuz sorunun ekonomik boyutunun ağırlığını duyurur. Ama insanlar sadece bu olanaklardan yoksun bırakılarak çaresizleşmez, yabancılaşmaz. Direnme gücünün azalması ya da tükenmesi temel olarak maddi saiklerle açıklanabilse de yabancılaşma, toplumsal ilişkiler içinde üretilir ve bu açıdan çok yönlüdür. Toplumsal çelişkinin yükünü tek başına, yalnızlaşarak taşımak zorunda kalan milyonlar sadece maddi güçten yoksun bırakılarak değil, itaat etmeye, yozlaşmaya, insanlıktan çıkmaya zorlanarak yaşamaya zorlanır. Sokaklardan, kurumlardan, mekânlardan, üretimden, siyasetten, kültürden sistematik biçimde uzaklaştırılmış, her yerde mutlak bir güçmüşçesine devletin, hukukun, polisin, bürokrasinin baskısı altında ezilen, güçsüzlük duygusuna kapılan insanların kimileri için intihar elbette ki bir seçim ya da iradi bir edim değil, ölümün bu dışsal ve ezici güçler tarafından dayatılmasıdır.   

Son dönemde artan -aslında daha çok görünür olan- intiharlara ilişkin değerlendirmelerin tamamına yakını, geçiştirici ya da sığ niteliktedir. Zira mesele suçluyu tespit etmek, suçluya işaret etmek ya da basitçe iktidara fatura kesmekten ibaret değildir. Mesele, suçun ortaya çıkmasını sağlayan güç ilişkilerini her boyutuyla kavramak, bu ilişkileri tersine çevirecek öneriler ve pratikler tesis edebilmektir. İntihar olaylarını değerlendirirken toplumsal ilişkilerin ve gücün gerçek kaynaklarını ortaya çıkarmayan, bu gücü insanlardaki dayanışma ve direnme gücünü artıracak yönde birleştirmeyen, saltık bir ekonomik açıklamayla sorunun farklı boyutlarını ve derinliğini örten, sorunun sadece fiziksel ihtiyaçlar değil aynı zamanda manevi ihtiyaçlar da olduğunu göz ardı eden her tespit ya da yorum kolaycılıktan başka bir şey değildir.

Toplumsal üretim tarzına ve mülkiyet ilişkilerine dönük devrimci bir mücadele, saltık biçimde ekonomik saiklerle geliştirilemez. Zira “hareketin gerçekten devrimci olması, yani gerçekten devrimci sınıfın daha da geniş kesimlerini yeni bir hayata uyandırması, bu sınıfın ve onun aracılığıyla, kendisiyle temasa geçen herkesin manevi ve siyasal yapısını gerçekten yeniden şekillendirmesi şarttır” (Lenin). Bu nedenle sınıf mücadelesi, sadece insanlığın ortak maddi gücünü yeniden insanlığa geri vermekten ibaret olmadığı gibi bencilliğe karşı ortaklığı, yalnızlığa karşı toplumsallığı, nihilizme ve yozlaşmaya karşı ortak değerler üretimini ve itaate karşı özgürlüğü savunmaktır. Devrimci mücadele, nesnelliğini bu hakikate borçludur. Zira devrimci mücadelenin özünü oluşturan bu değerler insanlığın ortak tarihi aracılığıyla ortaya çıkmıştır.

Tekrarlayalım; devrimci mücadele, toplumsal üretim tarzında basit bir dönüşüm, bir tersine çevirme mücadelesinden ibaret değildir. Aynı zamanda yozlaşmaya, yabancılaşmaya, yalnızlaşmaya, haysiyetsizleştirmeye karşı yeni değerler mücadelesidir. Bir yandan toplumu tesis eden maddi unsurları ve ilişki tarzlarını devrimci bir eleştiriye ve dönüşüme tabi tutma kararlılığı, diğer yandan da sorunun saltık ekonomik bir değer sorunuyla açıklanamayacağı ve aşılamayacağını görme çabası bir bütünlük içinde düşünülmediği sürece mücadele kendi çelişkilerini büyütmek dışında bir yere varamayacaktır.

*Bu yazı Komite Dergisi’nin Aralık 2019 tarihli 16. sayısında yayınlanmıştır.